“Fakat, bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmaları ile asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gayipten değil doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.”(1Kasım1937)
Bu sözün sahibi Mustafa Kamal Adıtürk’tür. Meclis açılış konuşmasında bu talihsiz sözleri sarfetmiştir. Bu sözler inanmayanlar için mantıklı gelebilir. Aslında değildir. Bu sözlerin hiçbir tutar dalı yoktur. Sanılan, gökten ve gayipten gibi kelimeler, Kur’an-ı Kerim’i bilmeyen, bu işin cehli için normaldir. Bu sözleri kullanan insan kesinlikle küfre düşmüştür. Müslümanın müslülan olması için şartlrdan bir tanesi, Kitaplara imandır. ALLAH tarafından gönderilen her kitaba ve suhufa imandır. Şeksiz şüphesiz imandır. Tahrif edilmiş, muharref olmuşlara, ALLAH’ın indirdiği şekli ile iman etmekdir. Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasıyla, onların tahrif olmayanları dahi varsa şeriatı bitmiştir. Bu imani bir mevzudur. Bu iman kaidesini kabul etmeyenlerden, diğerleri de sorulmaz. İman bir bütündür. Cüzlere ayrılmamıştır. Müslümanın amentüsünde geçen bütün şartlar birdir. Bu fuzuli konuşmasında böyle cahilce bir açıklama yapmak, kendisi hakkında yüceltilen bütün sıfatları sıfırlar. Bir insan, bir şey hakkında bir iddiada bulunduğu vakit, onu ispat etmekle de yükümlüdür. Bu adıtürkde olsa böyledir. Gökden indiği sanılan kitapları Ayeti Kerime be Hadisi şerifler ışığında izah ederdik lakin, bu adıtürk ve peşindekiler, iman etmedikleri bir kitabın ayetine ve bu kitabın nüzul sahibi Peygamber Efendimizin (sav) hadisi şeriflerinede kulak asmıcaklardır. “Bir şey kendisiyle delil olmaz.” Kavaidi mucibince, Kur’an-ı Kerim’in gökden indiğine dair ayeti kerimelerden ziyade, onu koruyan, kollayan ve böyle bir kitabın hiçbir şekilde yazılamayacağı garantisini veren ayeti kerimelerle, mantıkda kurarak delil getirelim. Bu ayetlerin en çok bilineni Hicr Suresinin 9. ayeti kerimesidir. Bu ayetin hem mealini emde tefsirini, akıllarda şüphe kalmaması için, Türkiye’de en öok tercih edilen ve bilinen Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır hocanın kitabından iktibas edicem. 9- Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız. Öncelikle bu meali şerifden yola çıkarak ve tarihsel süreçde, ALLAH’ın garantörlüğünü vermiş olduğu bu sözün fiile geçmiş kısımlarına değinelim. Tarih boyunca Kur’an’ı tahrif etmek isteyen, değiştiren, eksilten/çoğaltanlar olmuş, bunlara karşı Cenab-ı Hak kullarının içinden seçtiği özel şahıslarla, bu tahrifatı yapanlara karşı zafer kılmıştır. Abdülhamid Han’ı özellikle zikretmek istiyorum. Ondan evvel geçenlerde de örnek çoktur lakin, Abdülhamid Han hazretleri devri takdire şayandır. Osmanlı devletinin durumu düşünüldüğünde, Abdülhamid Han hazretlrrinin bu tahrifatlara ve alaylara karşı verdiği refleks, takdire şayan, rızayı ilahiye haktır. Abdülhamid Han, o kadar sıkıntılı devirlerde islamın şiarına, mukaddesatına özen göstermiş, bunlardan asla taviz vermemiştir. Kura’ı Kerimin basılmasından, lojistiğine kadar her noktasını, mukaddesat hürmet iman rüknüne göre tanzim ettirmiştir. Öyleki, Kuranı Kerim matbaasının kanalizasyon giderini ayrı yaptırmış, diğer pisliklerle karışmasına mani olmuştur. Kuranı Kerim basılacak kağıtları, bel hizasından yüksekte tutturmuş, abdestsiz ve hafız olmayanları matbaada çalıştırmamıştır. Kılı kırk yaran özenle Kuranı Kerimleri bastırmış, ücret karşılığı olmadan islam coğrafyasında kimin ihtiyacı varsa, onlara göndermiştir. Eğer yanılmıyorsam Rusya ve Orta Asya müslümanlara, kendi parasıyla 500 bin musaf dağıttırmıştır. Bu konu hakkındaki güzellikleri yazmak istesek, hacim bakımından karşımıza büyük bir kitap çıkar. Bu az ama öz bilgiyle, Osmanlıya sokulmaması gereken musaflar kısmına gelelim. Kuranı Kerim ve cüzlerin tahrifatlı şekilde basılması, kafir diyarında olduğu gibi, İran gibi pislik yuvası bir ülkede de peydah olmuştur. Şia inancında bulunan çoğu şiî, Kuran’ı azimüşşanın, ya eksik, ya fazla yada yanlış olduğunu iddia ettiği gibi, doğru musafın Hz. Fatıma musafı olduğunu iddia ederler ve o musaf ortaya çıkınca herkesin şiaya celbedeceğini iddia ederler. Bu akideleri Hristiyanların barnabas akidesine benzer. Bu akidelerin ortak yanı mutlaka iki sapkınlığın çıkış noktasının yahudi olmasıdır. Hristiyanlara yutturduğu zokayı, şiî mollalarada yutturmuştur. Unutmayın! İran yahudiyle hiçbir zaman düşman olmamıştır. Onlar kapı arkasında hep dostlardır. Abdülhamid Han, verdiği emirlerle gümrüklerde tavizsiz şekilde dışardan gelen musaflara engel koydurmuştur. Kaçak girenlerin tesbiti ve imhası içinde ayrıyetten titizlenmiş, sürekli bu mevzunun üzerine giderek asla müsade etmemiştir. İstanbul’da kaçak satılmak istenen bu vesair memleketlerde basılmış musaflar, dergal toplattırılıp imha edilmiş, ticaretini yapanlarada büyk cezalar kesilmiştir. Bu hadiselerin yüzlerce misali vardır. Sultan, Güç ve Hassasiyet kitabını tekrar okumanızı tvsiye ediyorum. Abdülhamid Han’ın bu işlerden başka bir işi daha vardır ki, o da, iki cihan serveri hakkında alaycı ve aşşağılayıcı piyes ve tiyatroların önünde set gibi durmasıdır. Bu mevzu hakkında bahsi geçen kitabda, delilleriyle beraber nadide örnek ler bulacaksınız. Sadece bir tanesinde ki şahaneliği zikretmek istiyorum. Amerika’da oynatılmak istenen bu piyesi Abdülhamid Han, orda rum konsolosu Mavyorani Paşa’ya hallettirmiştir. Rum ve ekalliyet olduğu halde, Abdülhamid’e bağlılığı onu işinden alıkoymaya yetmemiştir. Abdülhamid Han’ı bu işlere memur kılan kim? Bu işleri yapmasında yardımcı olan kim? Bu hassasiyeti ona veren kim? Hz. ALLAH’ın mucizesi budur işte. Alın size Hicr Suresinin tarihde yaşanmış kanıtı. İtalyanlar trablusgarb’ı aldıkları vakit, halka tahrif edilmiş Musaf dağıttılar. Lakin halk bunu anladı ve hafızların etrafında toplanarak yanlışları düzeltti. Bu muhafazayı yapan kim? HZ . ALLAH. ALLAH öyle bir kadiri mutlakki, öyle üç beş kafirin bir araya gelipde, Kitabını tahrif etmesine izin verecek değil. O, kitabında bunu garantörlüğü altına almıştır. Aynı ayeti kerimenin tefsirinede bakalım:” 9- Hiç şüphe yok ki o zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik biz hiç şüphesiz onun koruyucusu da mutlaka biziz. Buradaki zamiri iki ayrı şekilde yorumlanmıştır. Birincisi “zikr”e ait olmasıdır tefsircilerin çoğunun görüşü budur. İkincisi Ferrâ ve İbnü’l Enbârî’nin görüşleridir ki, Kur’ân üzerine indirilen Hz. Peygambere ait olmasıdır. Bu durumda mânâsı onu cin ve şeytan şerrinden ve düşman tecavüzünden koruyan ve koruyacak olan da biz şanı Yüce Allah’ız demek olur. Bu da doğru bir mânâ olmakla beraber âyetten ilk bakışta anlaşılan, birinci mânâdır. Yani Allah Teâlâ, bununla Kur’ân’ın fazlalık veya noksanlıkla bozma ve değiştirmeden korumasını üzerine almış ve korunarak kalmasını anlatmıştır. O halde bu vaad varken sahabe, Kur’ân’ın Mushaf’ta toplanması ile niçin meşgul oldular? Sorusu da sorulamaz. Çünkü hafızların Kur’ân’ı ezberlemesi gibi, sahabenin onu toplaması da Allah Teâlâ’nın koruma sebebleri cümlesindendir. Allah, onun korumasını üzerine aldığı içindir ki, onları bu şekilde toplamaya ve zaptetmeye muvaffak etmiştir.
Burada tefsirciler Allah Teâlâ’nın Kur’ân’ı korumasının niteliği hakkında da birkaç ayrı görüş açıklamışlardır. Şöyle ki:
1- Bunu Allah’ın koruması, insan sözünden ayrı bir mucize kılarak halkı, artırma ve eksiltmeden aciz bırakması şeklindedir. Çünkü Kur’ân’a bir şey ilave edecek veya eksiltecek olsalar Kur’ân nazmı değişir ve bütün aklı erenlere onun Kur’ân’dan olmadığı meydana çıkar. Bunun için Kur’ân’ın icâzkâr olması (benzerini getirmekten insanları aciz bırakması) bir şehri kuşatan sur ve istihkâm gibi onu korunmuş tutar.
2- Allah Teâlâ, hiç kimseye Kur’ân’a sözlü mücadele edebilecek kuvvet vermemek suretiyle onu korumuş ve muhafaza etmiştir. Bu iki yorum şekli birbirine yakındır.
3- Allah Teâlâ, teklif (yükümlülük) süresinin sonuna kadar Kur’ân’ı koruyacak, okutacak ve halk arasında neşredecek bir topluluğu görevlendirmek suretiyle, onu halkın iptal etmesinden ve bozmasından koruyup muhafaza edecektir.
4- Korumadan maksadın şu olduğunu söylemişler: Bir kimse Kur’ânın bir harfini veya bir noktasını değiştirecek olsa bütün âlem ona: “Bu yanlıştır, Allah’ın sözünü değiştirmektir” der. Hatta büyük ve heybetli bir adam Allah kitabının bir harfinde veya harekesinde yanlışlıkla bir hata veya bir lâhin yapacak olsa çocuklar bile ona hemen, “Efendi yanıldın, doğrusu şöyledir!” derler.
Fahreddin Râzî der ki: “Kur’ân’ınki gibi korunma hiçbir kitaba nasib olmamıştır. Başka hiçbir kitap yoktur ki, az çok tashif (kelimeyi yanlış yazma), tahrif (yazarken harflerin yerini değiştirme) ve bozulma girmemiş olsun. Bunca dinsizlerin, yahudilerin ve hıristiyanların Kur’ânı değiştirmek ve bozmak üzere birçok arzuları ve hırsları bulunduğu halde, bu kitabın her yönden tahriften korunmuş olarak kalması en büyük mucizelerdendir. Bir de Allah bunun böyle korunmuş olarak kalmasını bu âyetle haber vermiştir. Şimdiye kadar da altı yüz seneye yakın bir zaman geçmiştir. Bundan dolayı, bunun bir gayb haberi olduğu gerçekleşmiş bulunuyor. Bu ise üstün bir mucizedir. Bu satırların yazıldığı şu zamanımızda ise, yüce hicretin bin üç yüz kırk dokuzuncu (günümüzde ise bin dört yüz on üç) senesinde bulunuyoruz. Bu sûre, Mekke’de indiğinden dolayı demek ki bin üç yüz elli seneyi geçen bir müddetten beri, bütün kâinat bu gayb haberinin gerçekleştiğine şahid olmaktadır. Gerçekten Kur’ân’da bu âyet, açık bir ifade olmasaydı bile, hiçbir kitaba nasib olmayan bir koruma ile bu kadar senedir korunması, Râzî’nin dediği gibi başlı başına büyük bir fiilî mucize olurdu. Bunun, bu âyetle başlangıçtan itibaren açık olarak ifade edilmesi, özellikle pekiştirilerek anlatılmış olması ise, hiç söz götürme ihtimali olmayan ilmî bir mucizedir. Ve işte on üç buçuk asırdan fazla bir zamandan beri, dünya böyle hem ilim ve hem de amelle ilgili yönleri toplayan bir mucizenin şahidi olagelmiştir. “Bunlar, kitabın ve apaçık olan Kur’ân’ın âyetleridir.” (Hıcr, 15/1). ” Adıtürk’ün sarfettiği gevezeliğe, Kuran’ın 1350 seneye yakın hiç değişmeden, yapılmak istenen müdahelelere karşı korunmuş olduğunu gözle görülür ve elle tutulur tarih ilmiyle cevap verdik. Kendisi dahi Kuran’ı kerimi ve ibadeti türkçe okutma çabasına rağmen, Hz. ALLAH kitabını korumuşdır. Lakin bu şahsın bunları ihata edebilecek ilme sahip olmadığı gözler önündedir. Kuranı Kerimin ilk indiği zamandan günümüze kadar tahrif edilmeden gelmesi ve içerisinde tahrif edilemez ibaresi olması, o kitabın ilahı bir kitab olduğuna delalet eder!!! Tabiki iman etmek isteyenler için apaçık delildir bu. Gelelim ikinci mevzuya. Cenab-ı Hak İsra Suresi 88. Ayeti kerimesinde mealen:” 88- Ey Muhammed! De ki: “Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur’ân’ın benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine yardımcı olsalar bile, yine onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdir.” Bir kitab düşünün ve içinde, dünyanın sonuna kadar bozulamıyacağına ve eşi benzeri olmayacağına dair garanti verilsin! Mümkünatı yoktur bu garantinin arkasında bir mahlukatın olması! Tefsiri: “88-Onun için tam güvenle Yemin olsun ki bütün insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için bir araya gelseler hiçbir zaman onun bir benzerini getiremezler. İnsanlar ayrı, cinler ayrı uğraşsalar getiremezler ya. Hatta birbirlerine yardımcı olsalar bile (benzerini) getiremezler. Kur’ân böyle büyük bir mucizedir. Şimdi yalnız bu âyetin ne kadar kapsamlı, ne kadar kuvvetli, bütün insanlar ve cinler ile gelecek üzerinde böyle en yüksek bir yakîn (kesinlikle) hüküm vermenin, ne büyük bir gayb ilmini kapsadığını ve dolayısıyla başlı başına nasıl büyük ve kalıcı bir mucize meydana getirdiğini insaf ile etraflıca düşünmeli. Bu sözün Allah’ın ilminden bir ilim getirmiş olduğuna nasıl şüphe edilebilir?.
Bu âyetin iniş sebebinde rivayet ediliyor ki, önceki yahudilerden bir grup: “Ey Muhammed!” demişler. “Bize şu getirdiğin hakkı açıkla, bu Allah katından gelen bir hakk mıdır? Çünkü biz bunu Tevrat’ın düzenli bir şekilde dizilişi gibi birbirine uygun olup nizamlı bir şekilde dizilmiş olarak görmüyoruz” Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuş ki: “Vallahi siz, bunun Allah katından gelen bir hakk olduğunu çok iyi biliyorsunuz.” Bunun üzerine onlar: “Amma bu senin getirdiğin gibisini biz de sana getiririz.” demişlerdi ve bunun üzerine yüce Allah, bu âyeti indirdi. Diğer taraftan Kureyş’ten bir topluluk da: “Bize bu Kur’ân’dan başka olağanüstü bir âyet getir, yoksa bunun benzerini biz de yapabiliriz.” demişlerdi ki, olağanüstü âyet dedikleri bundan sonra “Kâfirler şöyle dediler: Bizim için yerden suyu kesilmeyen bir kaynak çıkarmadıkça sana iman etmeyeceğiz.” (İsrâ, 17/90) âyetlerinde açıklanacak olan öneriler olacaktır. Bu âyet, ile bütün bunlara kesin cevap verilmiş, o gün bu gün bunca asırlardan beri bütün tecrübe ve teşebbüslerin karşısında bu cevap, tam bir doğrulukla gerçekleşerek heybet ve ululuğunu artırmış durmuştur. (Bakara, Sûresindeki “Onun benzeri bir sûre meydana getirin.”; (2/23) Hûd Sûresi’ndeki, “De ki: Siz de Kur’ân’ın benzeri, on uydurma sûre meydana getirin bakalım. Eğer iddianızda doğruysanız, Allah’tan başka yardımını isteyebileceklerinizi de çağırın…”; (11/13) Hıcr Sûresi’ndeki “Onun (Kur’ân’ın) koruyucusu da şüphesiz ki biziz” (15/9 âyetlerinin tefsirine bkz.) İşte Kur’ân’ın her hükmü böyle ilim, böyle şüphesizdir.” Bu tafsilatla da mantık melekelerini çalıştıran bir adam, bu kitabın, gökten ve gaibden geldiğine kanaat getirir. Eğer adam tarihi bilmiyorsa, bunu anlamaması gayet normaldir. Yada Efendimize yapılan itirazlar gibi bir itirazsa bu, o itirazları yapanların mercii aynı kitabda kafir olarak geçiyor ki, adıtürk için bu sözlerinden ötürü kafir demekde beis görmüyorum. Bu kitaba inanmayanların çoğu, ezberden laflarla, saçmalamakla meşguldurler. Ne içindeki mesajdan haberleri vardır ne de garantörlükden. Sadece bu iki ayetin,1438 senedir sağlamlığını ve diriliğini koruduğu gözler önündedir. Görmeyen göze, anlamayan akla hiçbir şekilde faydamız yoktur lakin, bu gerçekler karşısında gözleri kaptmakda aptallığın daniskasıdır. Şimdi adıtürkün takipçileri adıtürk için tarih bilgisi muazzam derler. Eğer tarihi iyi olsaydı, kendisi böyle bir yalan konuşmazdı. Yalan diyorum çünkü, sarfettiği sözler tarih ilmiyle çürümüştür. ALLAH dinini koruyor ve kolluyor. Bu muazzam hizmete bizleride memur etmesini temenni ederiz. Dua ederiz. İhlasla hizmetçi olmayı istiyoruz Ya Rabb’i!! Selametle…