Âile,erkek ve kadın olarak en az iki kişiden meydana gelen bir
çekirdek, bir maya, bir özdür. Bu maya, bu öz sağlam olursa cemiyet ve
millet de sağlam olur, bu maya ve öz çürük olursa cemiyet ve millet de
çürük olur. Çünkü,âile milletlerin özüdür. Âilelerden mahalleler,
mahallelerden kasaba ve şehirler, ondan da ülkeler ve milletler meydana
gelir. Onun için, âileleri sağlam olan milletler sağlam, çürük olan
milletler de çürüktür.Nitekim ahlâk ve terbiyeden yoksun olanlara,“Âile
terbiyesi almamış” denilir…
Erkek ve kadın gibi en az iki unsurdan meydan gelen âilenin kuvvetli unsuru, erkek değil kadın yani anadır.
Gelin biz anne de demeyelim de ana diyelim; ana daha sıcak oluyor, daha çok yakışıyor.
ANA
Babaerkek kazanıp getirir; fakat onu pişiren yenilecek hale getirenanadır.
Bir erkek çocuğu yetiştirip terbiye ederseniz bir kişiyi yetiştirmiş
olursunuz, ama bir kız çocuğunu yetiştirip terbiye ederseniz bir âile
yetiştirmiş olursunuz. Çünkü baba sabah evden çıkıp akşam geldiği halde,
ana devamlı evde ve çocuklarının başındadır.
Çocuklar büyüyene
kadar onların üzerinde birinci derecede tesirli olan, onlara şefkatle
şekil veren yine anadır. Elbette çocuklarımızı baba olarak bizler de
seviyoruz, onlara bizler de düşkünüz. Ama şefkatte yaratılış olarak
şüphesiz analar bizden daha ileridedirler.
Meselâ“Ağlarsa anan
ağlar gerisi yalan ağlar” denilmiş ama “baban ağlar” denilmemiş. “Ana
gibi yâr olmaz” denilmiş ama “baba gibi yâr olmaz” denilmemiş. “Ana
yüreği” denilmiş, ama “baba yüreği” denilmemiş. Birimizin bir yerine bir
darbe inse, farkında olmadan “Vay anam!” deriz.
“Ana hakkı ödenmez” sözü üzerinde ciltler dolusu kitaplar yazılabilir.
Ana hakkında dilimize neler yerleşmiş neler…
Yukarıda dediğimiz gibi sadece “Ana yüreği” demiyoruz
Ana cadde diyoruz.
Ana kucağı diyoruz.
Ana yol diyoruz.
Ana defter diyoruz.
Ana fikir diyoruz.
Ana dili diyoruz.
Ana renklerdiyoruz.
Ana tema diyoruz.
Anadan doğma diyoruz.
Ana kuzusu diyoruz.
Ana okulu diyoruz.
Anayasa diyoruz.
Anasını ağlattı diyoruz.
Ananın ak sütü gibi helal olsun diyoruz.
Anasından emdiği süt…diyoruz.
Şâirler ana hakkında nice mısralar döktürmüşler:
Ana başa taç imiş
Her derde ilaç imiş
Bir evlat pîr olsa da
Anaya muhtaç imiş.
***
Bir yiğidi ayırsalar anadan
Anasından ayrı düşen sağ olmaz.
***
Dağılır anası olmayan yuva
Güreşebilir mi keçiyle deve
Bir misafir gelse erkeksiz eve
Buyur sen burada kal olur mu ya.
***
Velhasıl, ana âilenin direğidir. Ana olmayan evin direği çökmüş
demektir. Bu sözler âilede ananın kıymet ve değerini öz olarak en güzel
ifade eden sözlerdir…
Tarihte, kadına/anaya hiç değer vermeyen
topluluk, prensip, inanç ve kanunlar olduğu gibi az çok değer verenler
de olmuş. Bugün de öyle…
Zamanımızda, kadına- anaya/âileye az veya
çok, kendine göre değer veren inançlar ve o inanca bağlı milletler,
insan toplulukları var. Var da acaba âilenin direği olan bu lâtif cinse
en yüksek saygı ve değeri veren prensip veya inanç hangisi?
Şimdi o noktaya geldik…
TARİH NE DİYOR?
Meseleye târihî bir perspektifle bakalım.
Eski Hind hukukunda hiç ama hiç bir hususta kadına hak tanınmazdı.
Bunun tabii neticesi olarak kadın evlenme ve vâris olma hakkından
mahrumdu. Kadın orta malıydı. Onun için, Eski Hintte âileden ve âile
saadetinden bahsedilmezdi.
Budizmin kurucusu Buda, önceleri
kadınların kendi dinine girmesini bile kabul etmiyordu. Buna bağlı
olarak onların içinde âile saadeti de yoktu. Ana kendisi mutlu değildi
ki çocuklarına mutluluk versindi.
Meşhur Hamurami Kanunlarında,
erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi yasaklanmış, bunun neticesi
olarak birçok kadın metres olmuştu. Metres hayatında mutluluk olmayacağı
ise açıktı.
İsrailoğulları kanunlarında âilenin tek hâkimi erkek
idi. Kızlar kendi babalarının evinde adeta hizmetçi idi. Baba, istediği
zaman kızını istediğine satardı. Kızların vâris olabilmeleri için,
ölenin kızından başka kimsesinin olmaması şarttı. Böyle bir cemiyette de
âile huzurunun olmayacağı açıktır.
Yahudilerde kız, evlenmek için
erkeğe drahoma adı altında külliyetli miktarda para vermek zorunda idi.
Bir yahudinin kızı olursa, onu evlendirmek için âilenin drahomayı nasıl
tedarik edeceği başlı başına bir mesele idi. Drahoma eskiden değil, 20.
asırda da vardı.
(İslamda erkeğin kadına verdiği mehir nerde, Yahudilerde kızın erkeğe vermek mecburiyetinde olduğu drahoma nerde!…)
İran’da erkek kendi kız kardeşiyle evlenebilir ve bu iş insanlar
tarafından ayıplanmaz hatta teşvik edilirdi. Soy ve sopun hiçbir mânâsı
olmayıp ana ve kız kardeşlerin hiç bir değeri de huzuru da yoktu.
Eski Roma ve Yunanlılarda kadının hiçbir değerinin olmadığı bir gerçek
olarak tespit edilmişti. Onlarla evlenmekteki tek gaye şehevî istek ve
arzuları tatmin ve bir erkek çocuk sahibi olmaktı. Kadın mala mülke
sadece bir bekçi ve eve bir hizmetçi idi. Âilede kadın olarak bir köle
olma hakkı vardı, huzur yoktu.
Eski Çinlilerde kadın insan bile
sayılmıyordu. Onun için Çinliler kızlarına isim vermeyip bir, iki, üç
diye sayı ile çağırırlardı.
Eski zamanda İngiltere’de kocaların karılarını sattıkları tarihî bir gerçektir.
Arabistan’a gelince…
Bilhassa Peygamberimiz’den önce kadınların durumu acınacak bir
haldeydi. Kız evlatları diri diri toprağa gömülmeye başlanmıştı. Kadının
mirastan hak sahibi olması gibi bir şey hayaldi. Kocası ölen kadın
sanki bir maldı. Onun üzerine ceketini ilk atan kimse onun sahibi
olurdu.
Bir adam ölür de başka kimsesi olmazsa, mecburen ona kızı
varis olur ama bu sefer de erkekler bu yetim kızlarla malları için
evlenir ve mallarına konarlardı. Böylece, kızlar yine mirastan mahrum
hale getirilirlerdi. Bu durumda da böyle âilelerde huzur ve saadetten
bahsetmek abesten öte geçmezdi…
Bilmem zamanımızdaki dünyadaki âilelerden bahsetmeye lüzum var mı?Bahsedeceksek kimlerden bahsedelim?
Fuhşun her türlüsünün işlendiği milyarları bulan Hıristiyan topluluğundan mı?
Adı fuhuşla anılan ülkelerden mi?
Fuhuşta ve uyuşturucu kullanmakta sınırları aşan azgın topluluklardan mı?
Yoksa önüne gelen kadınları taciz eden üst düzey devlet yöneticilerinden mi?
Bu toplulukların hiç birinde, âile huzuru şöyle dursun, huzursuz olsa bile âileden söz etmek mümkün mü?…
Bazılarının hayran olduğu ve örnek gösterdikleri Avrupa’da, gece yarısı
ıssız bir yollarda her gelen arabaya el kaldıran sarışın âşüftelerin de
bir âileleri var; eğer ona âile denirse!. Onlar da “huzur”diye bir
kelime biliyorlar. Ama sadece biliyorlar. Bulamıyor ve yaşayamıyorlar.
AMA İSLAMA GELİNCE…
Değerli okuyucu!
İslam dini bu kötülüklerin hepsini reddeder. Onun için Müslüman
âilelerde bunların hiç biri yoktur. İslama göre, âilenin en mühim unsuru
olan kadının/ananın değeri her türlü değerin üstündedir. Âile
kutsaldır; bu kutsal müessesenin ana direği olan ananın değeri ise
cennetlerin de üstündedir.
İşte bu hükmü koyan hadis-i şerif: “Cennet anaların ayakları altındadır.”
Bu hadis-i şerifin iyi anlaşılması için üzerinde biraz durmak icap ediyor:
Îman ve ibâdet ehli insanlar cehenneme girmekten kurtulacaklardır.
Âhirette cennet ve cehennemden başka gidecek başka bir yer olmadığı
için, cehenneme gitmekten kurtulanlar haliyle cennete gideceklerdir.
Cehennem azabı öyle şiddetlidir ki, bütün Allah dostları gözyaşı dökerek
ondan Allah’a sığınmışlardır.
Yani… Bütün îman sahiplerinin son
hedefi ve tek gayesi, cehenneme girmekten kurtulup Allah’ın rızasının
mekanı olan cennete girmek, girebilmektir.
Bunun tek cümleyle izahı şudur: Müslümanın tek hedefi, tek gaye ve son durağı cennettir.
Şimdi lütfen dikkat: Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri,
“Cennet anaların ayakları altındadır” buyurmakla, müslümanın tek ve son
hedefi olan cenneti anaların ayakları altında göstermektedir.
Bu, kadına ve anaya verilen ne büyük bir değerdir ki, ebedî nimetler yurdu olan cennetegiden yol anaların ayakları altındadır.
Ana hakkını yerine getirmeden, ananın gönlünü almadan, anayı razı etmeden cennete gitmek mümkün değil.
Yani, Peygamberimiz’in ifadesine göre, cennete giden yol anaların başı üstünde değil, ayakları altındadır…
Âile hayatının düzeni de, bu düzenin devamı da anaları memnun etmekten geçiyor.
Peygamberimiz aleyhisselam diğer bir hadis-i şeriflerinde, dünyada en
hayırlı olan şeyi haber veriyor: “Dünya meta’ının en hayırlısı sâlihâ /
iyi kadındır.”
Peki, kadına bu kadar değer veren başka bir inanç sistemi, başka bir doktrin var mıdır?
Elcevap: Yok…
Ancak! Hadis-i şerifte dünyanın hayırlısının “her kadın” değil, “iyi
kadın” olduğu ifadesine dikkat etmek icap ediyor. Bu iyiliğe ulaşmak da
ibâdetsiz mümkün değil…
Değerli okuyucu!
Yeryüzünde, iyisiyle-kötüsüyle erkekten çok kadın var. Yani kadın sayısı erkeklerden fazladır.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
“Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe,
salınan güzel atlara, (deve, sığır, koyun, keçi gibi) hayvanlara,
ekinlere olan ihtiras halindeki sevgi bezenip süslenmiştir.” (Âl-i
İmran, 14)
Kadınlarla erkekler arasında birbirlerine karşı bir ilgi
ve alâka vardır. Bu, yaratılışın tabii bir neticesi olduğu gibi neslin
devamının da zaruri şartıdır. Ancak ne var ki, İslam dini bu ilgi ve
alâkanın gereğinin hayvânî bir şekilde yerine getirilmesini
yasaklamakta, kadın-erkek beraberliğini meşrû bir zemine çekmekte ve
nikah şartı getirmektedir.
Âyette, hırsla sevgi beslenilen şeylerin
başında kadınlar zikrediliyor. Her şey çift yaratıldığına göre, bu
bahsedilen arzunun da çift taraflı yani karşılıklı olması normaldir. Bu
karşılıklı meyil İslam dininde kötü ve çirkin görülmemek bir tarafa,
nikah müessesesiyle teşvik de edilmektedir ki buna evlilik deniliyor.
Yani evlilik israrla teşvik edilmektedir.
Evlilikle kurulan bu meşrû müessesenin adı da huzur dolu bir âiledir…
Bir âile kurmaya karar verenler, araştırma falan yapmadan, şartlarına
dikkat etmeksizin, önüne gelenle evlenirlerse, bu âilenin huzurlu ve
uzun ömürlü olmayacağını söylemeye lüzum bile yoktur. Bu tehlikelerden
uzak olmak için elbette bazı hususlara dikkat etmek icap edecektir.
Bu cümleden olarak meselâ evlenilecek kimsenin dindar, günaha düşmekten
korkan, yaradanına bağlı biri olmasına dikkat etmek şarttır.
Çünkü
bu şartları taşıyan kimse kötü huylu olmaz, kötü huylu olmayan da
karşısındakini kırmaz. Dedikodu, haset fesat gibi kötü huylara yabancı
olur.
Kadınsa kocasına, erkekse karısına ibâdetlerde de yardımcı olur.
Namusludur, harama-helâla karşı dikkatlidir.
Konu komşu hakkını ve eşinin akrabalarını gözetir.
Eşini mahcup edecek hallere uzak olur.
EVLENMEDEN ÖNCE GÖRÜŞMEK
Huzur dolu İslâmî bir âilenin sağlam olmasına yardımcı noktalardan
birisi de, adayların evlenmeden önce birbirlerini görmeleridir. Bu,
sevgili Peygamberimiz’in tavsiyesidir Memleketimizde, gençlerin zorla
veya birbirlerini görmeden evlendirilmeleri İslâmî olmaktan uzaktır.
Âilede hoşgörü esastır. Bunu zaten herkes söylemektedir de mühim olan
tatbik etmektir. Âilede tahammül, hoşgörü ve tolerans, buna bir ibâdet
niyetiyle bakan Müslüman âilelerde gerçek mânâda yaşanmaktadır. Çünkü
diğer insanlar âile içinde hoşgörüye başka sebeplerle dikkat ederlerken,
Müslümanlar bunu Allah rızası için ve sevap kazanmak niyet ve
düşüncesiyle yaparlar. Böyle olunca da tabii ki en hoşgörülü âileler
Müslüman âileler olacaktır. Zaten gerçek de budur…
Müslüman
âilelerde kadın kocasının, koca da karısının yanlışlarına Allah için
tahammül eder. Onun yanlışlarını hem bir eş sevgisiyle hem de Allah’ın
emri olduğu için hoş görür. Sabrın mükâfatının sınırsız olduğuna inanan
kimseler olarak birbirlerine sabırla tahammül gösterir, sabırlı olarak
karşılık verirler.
Şu hadis-i şerif Müslüman âile reislerinin hatırından hiç çıkmamalıdır:
“Günahlardan öyleleri vardır ki, onlar namaz kılmakla, oruç tutmakla ve
hacca gitmekle affonulmaz. Ancak çoluk çocuğunun nafakası için çekilen
sıkıntılar sebebiyle affolunur.”
Bu hadis-i şerifi bilen Müslüman,
evine haram lokma getirmeyecektir. Haram rızık girmeyen eve huzursuzluk
da girmez. Huzursuzluk olmayan yerde de elbette huzur, saadet ve
mutluluk olur…
Bunun şuurunda olan ninelerimiz, sabah işe gitmek için evden çıkan kocalarına şöyle derlermiş:
“Bey! Sakın eve haram bir şey getirme. Biz açlığa dayanırız ama cehennem azabına dayanamayız.”
İşte âile huzuru bu sözlerdedir. Bu sözlerin sahiplerindedir.
Daha net bir ifadeyle şöyle söyleyelim:
Huzur İslâmî evliliklerdedir. Çünkü, insanları yaratan Allah (c.c.)
âilenin rahat, huzur ve mutluluğunu, onlara uygun gördüğü meşrû evlilik
müessesesi içine yerleştirmiştir.
Parayla maddeyle huzur ve saadet olmayacağını ise herkes bilmektedir…
GELELİM TESETTÜRE
Dünyanın herhangi bir yerinde tesettürlü bir hanım görüldüğü zaman,
akla ilk gelen o hanımın Müslüman olduğudur. Çünkü dünyada sadece
Müslüman hanımlar kapanıyorlar. Onun içindir ki tesettür Müslüman
kadının adeta kimliğidir.
O bakımdan, tesettürlü Müslüman bir hanım, giyimiyle aynı zamanda Müslümanlığı temsil ettiğini hiçbir zaman unutmamalıdır.
Tesettürlü bir hanım, üzerindeki tesettüre ve taşıdığı İslam kimliğine
yakışmayan bir tavır ve harekette bulunduğu zaman, sadece kendisinin
değil Müslümanlığın da aleyhinde konuşulmasına sebep olacağını
bilmelidir.
Memleketimizdeki Müslüman hanımlar, tesettür emrini
değişik şekillerde yerine getiriyorlar. Bir kısmı çarşaf giyerek bir
kısmı manto ve pardesü giyerek, bir kısmı da doğruda ve Trakya’da olduğu
gibi mahallî kıyafetleriyle tesettürleniyorlar.
Memleketimizdeki
mahallî kıyafetlerin hemen hepsi bol kıyafetler olup tesettüre uygundur.
Çarşaflar da öyle. Onlar da bol olup siyah veya kahverengi renklerden
başka renk pek kullanılmadığı için onlarla da tesettür gayet güzel
yerine getirilmektedir.
Mahallî kıyafetlerde olsun, çarşaf giymekte
olsun, dikkat edilecek diğer bir husus ayakkabılardır. Giyilen
ayakkabının, yürünürken tak-tak diye ses çıkarmayan cinsten olmasına
dikkat edilmelidir.
Gelelim manto ve pardesü ile ve başörtüsü kullanarak tesettür emrini yerine getirmeye.
Evet tesettür kapanmaktır, ama tesettürü vücudun sadece kapatılmasından
ibaret olarak düşünmemelidir. Tesettür vücudu elbiseyle örtmek ise de
aynı zamanda başörtüsünün büyüklük ve küçüklüğüne, rengine, ayakkabıya,
elbisenin rengine, bolluk ve darlığına da dikkat etmektir.
Ne demek istiyoruz?
Demek istiyoruz ki, tesettür kapanmak demektir, ama sadece kapanmaktan
öte bu kapalılık yabancı erkeklerin dikkatlerini çekmeyecek şekilde
olmalıdır. Bunun için de giyilen dış elbise vücut hatlarını belli
etmeyecek şekilde bol ve uzun olmalıdır. Parlak ve göz alıcı renkte
olmamalıdır.
Ayakkabılar, uzun topuklu ve yürürken ses çıkaran cinsten olmamalıdır.
Tesettürde bunlara dikkat edilmesi icap ettiği halde, son senelerde
tesettürlü hanımlarda tesettüre hiç mi hiç yakışmayan bazı haller
görülmesi biz erkekler için üzücü, bu hallerin kendisinde görüldüğü
hanımlar için ise ayıp ve günahtır.
Meselâ tesettür ile boya sürünmek birbirine ne kadar uymaktadır?
Meselâ tesettür ile sigara birbirine ne kadar uymaktadır?
Oysa dışarılarda, bilhassa parklardaki pankolarda oturan tam tesettürlü
bazı hanımlar, o tesettür içinde bir sigara yakıp hiç çekinmeden
içmektedirler. Hele bir de ayak ayak üstüne atmaları yok mu o da ayıp
üzerine ayıp olmaktadır. Esasen ayıptan da ötedir.
Oysa yukarıda da
dikkat çektiğimiz gibi, tesettürlü bir hanım sıradan bir hanım değildir.
O, “Müslüman hanım”ı ve dolayısıyla Müslümanlığı temsil etmektedir.
Zaten tesettür, dış görünüş itibariyle vücudu kapatmak demekse de aynı
zamanda bu tesettürü kalbin de rahatlıkla kabul etmesi demektir. Yani
kalbin de tesettürlü olmasıdır. Bunun için de tesettür sırf Allah’ın
rızası için yerine getirilmelidir.
Vücut tesettüre uygun bir elbise içindeyken, ayak ayak üstüne atıp sigara tüttürmek Allah rızasına ne kadar yakışmaktadır?
SETR-İ AVRET
Meseleye toptan tekrar bakacak olursak…
Tesettür denilince, akla ilk önce Müslümanlık, Müslüman hanımlar ve Müslüman hanımların örtünmesi gelir. Çünkü yeryüzünde bu meseleye en çok dikkat eden Müslüman hanımlardır.
Gerçi örtünme Hıristiyanlık ve Yahudiliğin aslında da vardır, daha doğrusu vardı.. Ama onların en başta kitapları (Tevrat ve İnciller) ve ona bağlı olarak ibâdetleri ve müsbet olan her şeyleri tahrif edildiği / bozulduğu için, ibâdet cinsinden olan tesettür de bu iki din mensuplarında yok olup gitmiştir.
Bugünkü Hıristiyan râhibelerinin örtülü olmaları, bu dinin aslındaki tesettür emrinin kalıntılarındandır.
Gelelim İslama…
İslamda, tesettür / örtünme emrinin kadınlar için de erkekler için de bir ölçüsü vardır. Bu ölçüye uyulmadığı takdirde, ibâdetlerin başında gelen namaz bile câiz olmamaktadır. Nitekim namaza başlamadan önce yerine getirilmesi icap eden şartlardan birisi de tesettürdür / örtünmedir. Bunun fıkhî tabiri, setr-i avrettir.
Namazın dışındaki şartlarından birisinin setr-i avret / tesettür olması yani örtülmesi icap eden yerler örtülmeden namazın câiz olmaması, Hazreti Allah’ın, örtülü olmayanları huzuruna kabul etmediğinin bir ifadesidir.
Bütün Müslümanlar, tesettürün erkekler için de kadınlar için de nasıl olacağını bilirler. Erkeklerin tesettürü, göbek ile diz kapağı arası (diz kapağı dâhil olmak üzere) kapalı olmasıdır. Kadınların tesettürü ise el, yüz ve ayaklar hâriç, vücudun tamamının kapalı olmasıdır…
Tesettür denilince zihne ilk önce her ne kadar kadınların örtünmesi geliyorsa da namaz kılarken de namaz dışındayken de hem erkek hem kadın bütün Müslümanların bu sınırları korumaya dikkat etmeleri şarttır.
Kur’an-ı Kerim’de, helal-haram sınırı bildirilmiş ve “Bu Allah’ın sınırlarıdır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın” buyurulmuştur. (Bakara sûresi, âyet: 187)
Dikkat!.. Âyet-i kerimede “Bu sınırları çiğnemeyiniz” buyurulmuyor, “Sakın bu sınırlara yaklaşmayın”buyuruluyor. Yani o sınırları ihlal etmek değil, yaklaşmak bile yasaklanıyor. Nitekim zina meselesinde de “Zina etmeyiniz” denilmiyor, “Zinaya yaklaşmayın” buyuruluyor. (İsrâ sûresi, âyet: 32)
Bilindiği gibi, erkeklerin vücutlarındaki tesettür sınırları kadınlara göre daha dar, (göbek-dizkapağı arası) kadınların tesettür sınırları ise daha geniştir. El, yüz, ayak hariç vücudun tamamı. Dolayısıyla Müslüman kadınların, tesettüre daha çok dikkat etmeleri icap etmektedir.
Vaziyet böyle olduğu halde, zamanımızda tesettür sınırları erkekler tarafından değil aksine daha çok kadınlar tarafından ihlal edilmektedir.
Ancak! Dünyada tesettür emri ne kadar unutulursa unutulsun, giyim ve giyiniş şekli ne olursa olsun, insanlar nasıl giyinirlerse giyinsinler, bütün insanlar isterse hiç elbise giymesinler, Allah’ın hükmünde asla bir değişiklik olmaz. (Yunus sûresi, âyet: 64, Fâtır sûresi, âyet: 43, Fetih sûresi, âyet: 23)
Yani, Allah’ın kullarına yönelik örtünme emri daima vardır ve bu emri yerine getirmeyenler günahkâr olmaktan kurtulamayacaklardır. Günah mahallinin cehennem olduğu da açıktır.
O bakımdan, Allah’ın diğer bütün emirleri gibi tesettür emri de iyi öğrenilmeli ne şekilde kapanılması icap ediyorsa o şekilde kapanılmalıdır.
Müslüman kadınların, tesettürleri birkaç madde halinde ele alınabilir:
1- Kocalarına karşı tesettürleri.
2- Evlenmeleri câiz olmayan yakınları olan erkeklere karşı tesettürleri.
3- Yabancı erkeklere karşı tesettürleri.
4- Müslüman kadınlara karşı tesettürleri.
5- Müslüman olmayan kadınlara karşı tesettürleri.
Bunları teker teker kısaca şöyle izah edebiliriz:
* Kadının, kocasına karşı herhangi bir şekilde kapanma mecburiyeti yoktur. Karı-koca, birbirlerinin vücutlarının her taraflarına bakabilirler. Ancak, birbirlerinin cinsiyet organlarına bakmaları mekruhtur.
* Kadının; yanlarında ev işlerini yapmaya mecbur olduğu dede, baba, kayınpeder, oğul, üvey oğul, kardeş ve erkek yeğenlerinin yanında, baş, elbisesi çemrenmiş kol, göğüs ile çene arası yani gerdan ve ayak gibi uzuvlarının görünmesi haram değildir. Haram olmamakla beraber mümkünse açılmaması daha iyidir. Fakat karın ve sırtını göstermesi haramdır.
* Kadın, yabancı erkeklere karşı el, yüz ve ayaktan başka vücudunun tamamını kapatmakla vazifelidir.
* Müslüman kadınların birbirlerine karşı tesettürleri, aynen Müslüman erkeklerin birbirlerine karşı tesettürleri gibidir. Yani birbirlerinin göbek ile diz kapağı arasını görmeleri haramdır.
* Hala ve teyzelerin, yeğenleri olan erkeklerle sarılıp öpüşmeleri haram değilse de mekruhtur.
* Müslüman kadınların, Müslüman olmayan kadınlara karşı, yabancı erkeklere karşı kapandıkları gibi kapanmaları icap eder…
İşte tesettürün sınırları kaba çizgilerle böyledir…
Ali Eren