RABITA ŞİRK MİDİR?
Günümüzde birçok kimseler, tasavvufu, ahlakın güzelleştirilmesi manasıyla kabul etmekle beraber, ehl-i tasavvufun kastettiği, nefsi tezkiye etme (kötü huylardan temizleme) ve onu mutmainne makamına çıkarma manasında bir tasavvuf anlayışını inkâr etmektedirler.
Bir mürşid-i kâmile bağlanmanın ve onun tarafından telkin edilen usullerin tatbikinin, dinin asıllarına muhalif olduğunu söyleyip tasavvuf ehlinin asırlardır yapa geldikleri Rabıta’nın da şirk olduğunu ileri sürmektedirler.
Buna mukabil bir mürşid-i kâmil rehberliğinde nefisle mücadele yolunu seçen ehl-i tasavvuf ise tehzib-i ahlakın (ahlakı güzelleştirmenin), bir suret/zahir tarafı, bir de hakikat/batın tarafı olduğunu ifade ederek, nefis terbiyesi yapılmadan güzel ahlakın hakiki ve batıni manasıyla elde edilemeyeceğini ifade ederler.
Acaba bu ihtilafın sebebi nedir? Nasıl oluyor da tasavvuf ehli zatların, son derece kuvvetli bir şekilde müdafaa ettiği bir hususu, diğer bazı insanlar tamamen inkâr edebiliyor?
Sufiyyenin, ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden anladıkları ve büyük bir hayranlık ile anlattıkları tasavvufi ve manevi manaları, diğer bazı kimseler nasıl olur da şiddetle reddedip bazı tarikat erkânının şirk olduğunu söyleyebiliyorlar?
İşte bu yazıda bu suallerin cevabı verilmeye çalışılacaktır. BU YAZININ GAYESİ RABITA’NIN ŞİRK OLMADIĞININ İZAHIDIR. Bu gaye aşağıdaki sıralama ile izah edilecektir:
A) Genel Manasıyla Ahlak İlmi’nin Dinimizdeki Yeri Ve Önemi
B) Tasavvuf İlimlerinin Mahiyeti
C) Rabıta’nın Tarifi Ve Tasavvuftaki Yeri
Şimdi sırasıyla bu başlıkları izah edelim. Ve minellahi’t-tevfik.
A) GENEL MANASIYLA AHLAK İLMİ’NİN DİNİMİZDEKİ YERİ VE ÖNEMİ
Hz. Ömer (r.a.)’ın rivayet ettiği ve hadis âlimlerimiz arasında “Cibril Hadisi” ismiyle meşhur olan Hadis-i Şerifte, ashab-ı kiram, Rasülüllah (s.a.v.) ile beraberken hiç tanımadıkları, simsiyah saçlı, bembeyaz elbiseli bir zatın geldiği bildirilmektedir. O zatın, Rasülüllah (s.a.v.)’in yanına kadar ilerleyip oturarak dizlerini Rasülüllah (s.a.v.)’in dizlerine dayadığı ve kendi ellerini de dizleri üzerine koyarak Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e bazı sualler sorduğu beyan edilmektedir.
Gelen zat, sırasıyla “İslam nedir? İman nedir? İhsan nedir? Kıyamet ne zaman kopacaktır? Alametleri nelerdir?” şeklinde beş soru sormuş ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kıyametin ne zaman kopacağı sorusu hariç, hepsine cevaplar vermiştir. O zat ayrıldıktan sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v) Hz. Ömer (r.a.)’a “Ya Ömer o gelen Cibril idi. Size dininizi öğretmek için geldi” buyurmuşlardır.
Bu hadis-i şerifte ilk soruya Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
الْإِسْلَامُ أَنْ تَشْهَدَ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَتُقِيمَ الصَّلَاةَ وَتُؤْتِيَ الزَّكَاةَ وَتَصُومَ رَمَضَانَ وَتَحُجَّ الْبَيْتَ إِنْ اسْتَطَعْتَ إِلَيْهِ سَبِيلًا
“İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (aleyhi’s-selam) Allah’ın Resulü olduğuna şehadet etmen, namaz kılman, zekât vermen, oruç tutman ve yoluna gücün yetiyorsa Beyt-i Şerif’i haccetmendir”, şeklinde cevap vermişlerdir.
Hadis-i Şerif’in bu kısmı ibadetlere ve İslam Dininin ameli kısmına delalet etmektedir.
“İman nedir?” sorusuna ise şöyle cevap vermişlerdir:
أَنْ تُؤْمِنَ بِاللَّهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَتُؤْمِنَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ
“İman Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere; hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna iman etmendir.” Bu cevap ise İslam Dininin itikat-inanç kısmını göstermektedir.
Üçüncü soru olan “İhsan nedir? Sorusu ise Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından
أَنْ تَعْبُدَ اللَّهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَاِنَّهُ يَرَاكَ
“İhsan, Allah (c.c.)’ya O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.”, şeklinde cevaplanmıştır.
Bir kişi ibadetlerini Allah’ı görüyormuş gibi yapabilme melekesini elde ettiğinde ibadetlerinde ihlası elde etmiş olur.
İhlas, her türlü ibadet ve sair fiillerinde Allah (c.c.)’ın rızasını gözetmektir ki bu hal güzel ahlakın en mühim unsurudur.
İşte Hadis-i Şerif’in bu kısmı da dinimizin Ahlak kısmına işaret etmektedir.
Bu Hadis-i Şerif’te Din-i İslam çok veciz bir şekilde anlatılmıştır.
Şu halde İslam Dini; İman, Amel ve İhlas olmak üzere üç kısımdan oluşmaktadır.
Aşağıda geleceği üzere bu üç kısmı bazı âlimlerimiz İlim, Amel ve İhlas şeklinde beyan etmişlerdir.
Daha geniş ifadeyle İslam Dini; İtikad, İbadet ve Ahlak şeklinde tasnif edilmiştir.
İslam Dininde Ahlak İlmi çok mühim bir yere sahiptir.
“Ahlâk sözü, hulk kelimesinin çoğuludur. Hulk, insanın ruhundaki “huy” dediğimiz bir meleke, özel bir hal demektir. Böyle bir meleke, ya hayırlı bir semere verir veya hayırsız ve zararlı bir semere verir. Bu bakımdan ahlâk özellikleri güzel ve çirkin diye ikiye ayrılır. Şöyle ki: Güzel huylara ve bunların güzel meyve ve neticelerine: “Ahlâk-ı Hasene, Ahlâk-ı Hamide, Mehasin-i Ahlâk, Mekârim-i Ahlâk (Güzel Huylar)” adı verilir. Aksine çirkin huylara ve bunların meyvelerine de: “Ahlâk-ı Kabiha, Ahlâk-ı Zemîme, Rezail-i Ahlâk (Çirkin huylar)” denir.
İşte bütün bu huylardan ve neticelerinden bahseden ilme “Ahlâk İlmi” denilmektedir.
Aslında İslâm, bir ahlâk ve fazilet, bir hikmet dinidir.
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
ﺑُﻌِﺜْﺖُ ﻟِﺎُﺗَﻤِّﻢَ ﻣَﻜَﺎرِمَ اْﻟﺎَﺧْﻠَﺎقِ
“Ben, ancak mekârim-i ahlâkı (ahlâkın iyi ve güzel olanlarını) tamamlamak için gönderildim.”
İslâm’da, insanların manevî kıymetleri, sahip oldukları ahlâka göredir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
اَﺣْﺴَﻨُﻜُﻢْ اِﻳﻤَﺎﻧًﺎ اَﺣْﺴَﻨُﻜُﻢْ ﺧُﻠُﻘًﺎ
“Sizin imanca en güzeliniz, ahlâkça en güzel olanınızdır.”
Diğer bir hadis-i şerifte de:
اَﺣَﺐُّ ﻋِﺒَﺎدَ اﻟﻠّٰﻪِ اِﻟَﻰ اﻟﻠّٰﻪِ اَﺣْﺴَﻨُﻬُﻢْ ﺧُﻠُﻘًﺎ
“Allah Tealâ’ya, kullarının en sevgilisi, ahlâkça en güzel olanıdır.”, diye buyrulur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle dua buyururdu:
اَﻟﻠَّﻬُﻢَّ اِﻧِّﻰ اَﺳْﺌَﻠُﻚَ اﻟﺼِّﺤَّﺔَ وَاﻟْﻌَﺎﻓِﻴَﺔَ وَﺣُﺴْﻦَ اﻟْﺨُﻠُﻖِ
“Allah’ım! Ben, senden sağlık, afiyet ve güzel ahlâk dilerim.”
İnsanların ahlâkı değişebilir. Çirkin huyları güzel huylara çevirmek işine “Tehzib-i Ahlâk” denir. Bu değiştirme her halde mümkündür. Mümkün olmasaydı, Peygamber efendimiz:
ﺣَﺴِّﻨُﻮا اَﺧْﻠَﺎﻗَﻜُﻢْ
“Ahlâkınızı güzelleştirin.”, diye emretmezdi.
Nefisleri ile mücadele eden çok kimselerin başarıya ulaşarak çok güzel huylar kazandıkları daima görülmektedir. Nefis terbiyesi (riyazet-alıştırma), hayvanlara, otlara, çiçeklere ve hatta taşlara tesir edip dururken, insanlara tesir etmez mi?
“Huy canın altındadır. Can çıkmadıkça huy çıkmaz,” sözü, her yönü ile doğru değildir. Bazı huyları değiştirmek güçtür; fakat imkânsız değildir. Tedavi sayesinde bazı hastalıklar tesirsiz hale geldiği gibi, terbiye ve mücahede sayesinde de bazı huylar, hiç olmazsa, tesirini gösteremez bir hale gelir, güzel huyların karşısında siner kalır.”
İmam-ı Rabbani (k.s.) Hz. Mektubat isimli kıymetli eserinde bu anlatılan hususları şu şekilde beyan etmiştir:
اعلم أن للشريعة ثلاثة أجزاء العلم والعمل والإخلاص . وما لم يتحقق كل من هذه الأجزاء الثلاثة لا تتحقق الشريعة ، ومتى تحققت الشريعة فقد تحقق رضا الحق سبحانه وتعالى الذى هو فوق جميع السعادات الدنيوية والأخروية
“Sen bil ki Şeriat (İslam Dini) için, üç cüz (kısım) vardır: İlim, Amel, İhlas. Bu üç kısım tahakkuk etmezse Şeriat’ın (İslam’ın) kemali tahakkuk etmez. Ne zamanki şeriat tahakkuk eder, o zaman bütün dünyevi uhrevi saadetlerin fevkinde olan Hakk’ın Rızası tahakkuk eder.”
İmam-ı Rabbanî (k.s.) Hz., mektubun devamında üç kısımdan müteşekkil olan İslam Dininin hükümlerinin, bütün dünyevi ve uhrevi saadetlere kefil olduğunu beyan edip İslam hükümlerinin haricinde ihtiyaç duyulan başka bir şey olmadığını ifade ettikten sonra şöyle buyurmuşlardır:
والطريقة والحقيقة اللتان امتازت بهما الصوفية خادمتان للشريعة فى تكميل جزئها الثالث الذى هو الإخلاص
“Sofiyye’nin (tasavvuf mensuplarının) kendileriyle mümtaz olduğu Tarikat ve Hakikat, dinimizin üçüncü kısmı olan ihlas kısmında dinimize yardımcıdırlar.”
İnsanın dünya ve ahiret saadetine erişebilmesi için gereken husus İslam Ahkâmına uymaktır.
İşte tasavvuf ve rabıtayı inkâr eden kimseler meselenin bu kısmını anlatıp şöyle diyorlar:
“Allah-ü Teâlâ, ilahi kitapları ve peygamberleri vasıtasıyla inanç, ibadet ve ahlak kaidelerini insanlara öğretmiştir. Bu kaidelere uyulduğu takdirde elde edilecek dünyevi ve uhrevi menfaatleri; uyulmadığı takdirde de duçar olunacak mazarratları beyan etmiştir. Ayrıca insanlara akıl nimetini bahşetmiş, irade-i cüz’iyye vermiş ve onu iyi ya da kötü yolun her ikisine de müsavi kudret ile donatmıştır. Şayet bir insan aklı ve iradesi ile iyi yolu tercih edip iman, amel ve ahlak kanunlarına uyarsa kurtuluşa erer. Bu sebeple beyan edilen bu kaidelerin haricinde tasavvuf ve rabıta gibi başka mükellefiyetler dinimizde yoktur.”
Bu görüşün karşısında ehl-i tasavvuf ise şu izahı yapmaktadır: “Tasavvuf (Tarikat), dinimizin üçüncü kısmı olan Ahlak/İhlas kısmının elde edilmesinde insana yardım eder. İman ve Amel olmadan İhlas (Ahlak) olmaz. Önce itikad ve amel sağlamca tahakkuk edecek sonra da Ahlak güzelleştirilecektir.
Ancak ahlakın güzelleştirilmesi demek sadece zahirde yani dış davranışlarda güzel ahlakı elde etmek değildir. Asıl güzel ahlak ve ihlas, batında yani manevi âlemde, içerde ahlakı güzelleştirmek ile olur.
Bunu şöyle anlatmak mümkündür. Çoğu insan başka insanlarla beraber iken yapmadığı çirkin ve günah fiilleri yalnızken yapar. İşte buna sebep olan şey, insanın içindeki nefis denilen güçtür.
İnsan, nefsi yenip her türlü çirkin fiillerden uzak durduğu, Allah’ın rızasına uymayan her halden nefret edip, dili ve azalarıyla tatbik sahasına koyduğu zaman hakiki manada ahlakı ve ihlası elde etmiş olur. Asıl iş; bu inanç, ibadet ve ahlakı hakiki manası ile elde edip nefsi mü’min yapmaktır.”
Ehl-i tasavvufun bu görüşlerinin hulasası sadedinde, Seyyid Şerif Cürcânî Hazretlerinin “Kitabü’t-Ta’rîfât” isimli meşhur eserinde kaydettiği, tasavvufun tarifi hakkındaki cümle şudur:
التصوف الوقوف مع الآداب الشرعية ظاهرًا، فيرى حكمها من الظاهر في الباطن، وباطنًا، فيرى حكمها من الباطن في الظاهر، فيحصل للمتأدب بالحكمين كمالٌ. التصوف مذهب كله جد. فلا يخلطونه بشيء من الهزل
“Tasavvuf; zahirde şeriatın/dinin adabına riayet edip zahirdeki hükmünü batında görmek; yine o adaba batında uyarak batındaki hükmünü zahirde görmektir. Böylece tasavvuf ile nefis terbiyesi yapan kişi için, zahir ve batın hükümlerinde kemal derecesi elde edilmiş olur. Tasavvuf bir yoldur ki tamamı ciddiyettir. Tasavvufa asla gayr-i ciddilik karıştırmamışlardır.”
Kehf Suresinde zikredilen Musa (as) ve Hızır (as) kıssası, zahir-batın anlayışı ve ilm-i ledünnî meselesinin anlaşılmasında sofiyye tarafından zikredilen en mühim delillerden biridir.
“Bu kıssanın sebebi bir rivayette şöyle nakledilmiştir: Musâ (as) Rabbine sual edip ‘Ya Rab! Kullarının sana en sevgilisi hangisidir?’, demiş; buyurulmuş ki: ‘beni zikreden ve unutmayan kulumdur.’
Yine Musa (as) ‘Ya Rabbi en hâkim kulun hangisidir?’, demiş, buyurulmuş ki: ‘Hak ile hükmeden ve hevasına uymayan kulumdur.’
‘En âlim kulun kimdir?’, demiş, buyurulmuş ki: ‘Belki bir kelimeye rast gelirim de o kelime bir hidayete delâlet eder veya beni bir felâketten kurtarır diye insanların ilmini tetebbu’ ile kendi ilmine birleştiren kulumdur’
Bunun üzerine Musa (as) ‘Ya Rabbi, kullarından benden daha âlimi varsa bana gösteriver’, deyince ‘Var, onu mecmeu’l-bahreyn’de (iki denizin birleştiği yerde), kayanın yanında, balığı kaybedeceğin yerde bulursun’, şeklinde cevap verilmiştir.”
Bu kıssanın anlatıldığı ayetler içerisinde, 65. ayet-i kerimede ilm-i ledünni’ye işaret edilmiştir. Bu ayet-i kerimede geçen وَﻋَﻠَّﻤْﻨَﺎهُ ﻣِﻦْ ﻟَﺪُﻧَّﺎ ﻋِﻠْﻤًﺎ “Ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik.”, cümlesi şu şekilde tefsir edilmiştir:
“LEDÜNN, lisanımızda ‘nezdimizden veya tarafımızdan’ demek gibidir. … Fakat burada şayan-ı dikkattir ki وَﻋَﻠَّﻤْﻨَﺎهُ ﻣِﻦْ ﻟَﺪُﻧَّﺎ ﻋِﻠْﻤًﺎ kaydıyla Hızır(as)’a öğretilmiş olan ilim, Musa(as)’nınkinden bambaşka bir ilim, yani ulum-u ledünniyye’den, hususi bir ilim olduğu anlatılmıştır ki ayetteki kıssalardan dolayı müfessirler, bunu ‘ilmü’l-guyub (gayblerin ilmi) ve esrar-ı ulum-i hafiyye (gizli ilimlerin sırları) diye tefsir etmişlerdir.
Başka bir tabir ile demişlerdir ki: Musa(as)’nın ilmi marifet-i ahkâm (ahkâmı bilmek) ve zahir ile fetva vermek; Hızır(as)’ın ilmi ise, bevatını umura marifet (işlerin batınlarını/iç yüzlerini bilmek) idi. Bu suretle ilm-i ledünnî tabiri, bu ilm-i mahsusta hususi bir mana ile ıstılah olmuştur ki buna ilm-i hakikat ve ilm-i bâtın dahi denilmiş ve Sofiyye, bu kıssaya bir huccet olarak tutunmuştur.
B) TASAVVUF İLMİNİN DİNİMİZDEKİ YERİ
İmam-ı Kastalânî’nin “el-Mevahibü’l-Ledünniyye” isimli eserinde zikredilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyuruluyor:
وسألنى ربى فلم أستطع أن أجيبه فوضع يده بين كتفى- بلا تكييف ولا تحديد- فوجدت بردها بين ثديى، فأورثنى علم الأولين والآخرين، وعلمنى علوما شتى، فعلم أخذ على كتمانه إذ علم أنه لا يقدر على حمله أحد غيرى، وعلم خيرنى فيه، وعلمنى القرآن فكان جبريل- عليه السّلام- يذكرنى به، وعلم أمرنى بتبليغه إلى العام والخاص من أمتى
“Rabbim bana sordu da ben cevap vermeye muktedir olamadım. Bunun üzerine keyfiyetsiz ve tarif edilemeyecek şekilde, elini (feyzini) benim iki omzum arasına (kalbime) koydu. Öyle ki ben (o feyzi ilâhî’nin) soğukluğunu (huzur ve sükûnetini) hissettim. Böylece beni öncekilerin ve sonrakilerin ilmine varis kıldı. Ve bana birçok ilimler öğretti. Bu ilimler içerisinde bazısı gizli kalması şartıyla alınmıştır. Çünkü anlaşıldı ki bu ilimleri taşımaya benden başkası tahammül edemez. Yine bazı ilimler var ki bu ilimlerde beni muhayyer bıraktı ve bana Kur’ân’ı öğretti. Cebrâil (a.s.) ise bana onu hatırlatıyor. Diğer bir ilim daha öğretti ki o ilimleri ümmetimden, avam ve havas herkese tebliğ etmemi emretti.”
Bu hadis-i şerifte Peygamber efendimiz (s.a.v.) kendisine üç ilim verildiğini beyan etmişlerdir:
a) Gizli kalmak üzere verilen ilim,
b) Herkese tebliğ etmesi emredilen ilim,
c) Peygamber Efendimiz (sav)’in muhayyer bırakıldığı ilim.
Bu üçüncü kısımda zikredilen ilim, ilm-i velayet olup Peygamber Efendimizin(sav) kabiliyetlerine göre ümmetinden hususi kimselere öğrettiği dinimizin batını, hakikati ve esrarı ile alakalı ilimlerdir.
D) RABITA’NIN TASAVVUFTAKİ YERİ
Tasavvuf kitaplarımızda ve Ehl-i Tasavvuf’tan gelen şifâhî nakillerde, Rabıta-i Şerife ve Kalbî Zikr’in, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından Hz. Ebu Bekir (r.a.)’a hicret yolculuğu esnasında, mağarada, o hüzünlü ve zor anlarda öğretildiği bildirilmektedir. Bu halin anlatıldığı Tevbe Suresi’nin 40. Ayet-i Kerimesinde şöyle buyruluyor:
إِلَّا تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللَّهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لَا تَحْزَنْ إِنَّ اللَّهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“Eğer siz O’na (Hz. Peygamber’e) yardım etmezseniz (biliyorsunuz ya) Allah (c.c.) O’na yardım etti: O küfredenler O’nu çıkardıkları zaman, iki kişiden biri iken, onlar mağaradaydılar; o anda arkadaşına “Mahzun olma, çünkü Allah bizimle beraberdir” diyordu. Derken Allah ona (o arkadaşına), sekinetini indirdi. Görmediğiniz ordularla O’nu (Rasül-i Ekrem’i) te’yid buyurdu da öyle yaptı ki o küfredenlerin kelimesini en alçak etti. Allah’ın kelimesi ise en yüksektir. Öyle ya Allah Aziz Hakîm’dir.”
Bu Ayet-i Kerime, Hicret-i Nebevî esnasında cereyan eden bazı hadiseleri icmali olarak anlatmaktadır.
“Rivayet olunduğu üzere müşrikler izleri takip ede ede gelmişler, mağaranın üstüne çıkmışlardı. Hz. Ebu Bekir (r.a.) mahzun olmuş ve “Ya Rasülallah, eğer ben öldürülürsem nihayet bir adamım. Fakat zat-ı âlinize bir şey olursa bu dinin hali nice olur?” diyerek üzüntüsünü beyan etmişti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ebu Bekir (r.a.)’a şöyle hitap etmişlerdi:
مَاظَنُّكَ يَا أَبَا بَكْرٍ بِاثْنَيْنِ اَللَّهُ ثَالِثُهُمَا
“Ya Ebâ Bekr, üçüncüleri Allah (c.c.) olan iki kişi hakkında ne dersin? (neden endişelenirsin.)” “Mahzun olma. Muhakkak ki, Allah bizimle beraberdir” “Allah-ü Teâlâ’nın yardımı ve muhafazası, her halde ve daima beraberimizde ve yardımcımızdır…”
Öyle hüzün dolu bir anda bile Peygamberinin hatırına hüznün zerresini kondurmadığı gibi, O’nun feyz-i sohbetiyle Hz. Ebu Bekr (r.a.)’ın hüznünü def edip, kalbine bitmez-tükenmez bir itm’inan-ı rahmet ve sekinet verdi.
Sekinet kelimesi Kur’ân-ı Azimü’ş-Şân’da, altı Ayet-i Kerime’de geçmekte olup beşi Ümmet-i Muhammed’e nazil olan sekinetten bahsetmektedir. Tevbe Suresi’nin 26 ve 40. Ayet-i Kerimeleri ile Fetih Suresi’nin 4, 18 ve 26. Ayet-i Kerimeleri.
“Sekinet, sükûn ve itmi’nan, sebat ve temkin manasında masdardır ki, nefisteki telaş ve heyecanın kesilmesiyle hâsıl olan ve kalp oturması, yürek ısınması, gönül rahatı diye tabir edilen, huzur ve sükûn haline veya onun menşe’ine dahi isim olur. Sekinenin indirilmesi, onun yaratılması ve icad edilmesidir.”
Ayrıca Müfessirlerimiz sekineti; “Rahmet (İbn-i Abbas Hz.), İtmi’nan (Dahhak), Vakar (Katade)”, “Güven ve Sükûnet (Bilmen),” gibi manalarla da tefsir etmişlerdir.
Rabıta-i Şerife’nin insanda sekinet; kalp ve iman kuvveti, amel ve hizmet arzusu, gayret-i diniyye, muhabbet, güzel ahlak gibi halleri meydana getirdiği, Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’daربط (r-b-t) fiilinin geçtiği Ayet-i Kerimelerden de anlaşılmaktadır. Tefsirlerimizde bu fiile “takviye etmek, kalp kuvveti ve sağlamlığı, metanet, sabr” gibi manalar verilmiştir ki bunlar, Mutasavvıfların Rabıtadan elde ettikleri neticelerdir.
ربط fiilinin geçtiği Ayet-i Kerimeler ve mealleri tertib sırasına göre şöyledir:
Enfal Suresi’nin 11. Ayet-i Kerimesi:
إِذْ يُغَشِّيكُمُ النُّعَاسَ أَمَنَةً مِنْهُ وَ يُنَزِّلُ عَلَيْكُمْ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِهِ وَ يُذْهِبَ عَنْكُمْ رِجْزَ الشَّيْطَانِ وَ لِيَرْبِطَ عَلَى قُلُوبِكُمْ وَ يُثَبِّتَ بِهِ الْأَقْدَامَ
“O vakit size, tarafından bir emniyet olmak üzere, bir uyku sardırıyordu. Ve üzerinize semadan bir su indiriyordu ki bununla sizi temizlesin, şeytanın vesvesesini sizden gidersin ve kalplerinize rabıta versin ve bununla ayaklarınızı sağlam durdursun.”
وَلِيَرْبِطَ عَلَى قُلُوبِكُمْ- “Ve kalplerinize rabıta versin.” “Yani Allah’ın yardımının mukaddimesi olan lütfunu görerek kalpleriniz kuvvet bulsun da Allah’a tevekkül ve itimadınız artsın”
Kehf Suresi’nin 13 ve 14. Ayet-i Kerimeleri:
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَأَهُمْ بِالْحَقِّ إِنَّهُمْ فِتْيَةٌ آمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَ زِدْنَاهُمْ هُدًى
وَرَبَطْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ إِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَ الْأَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ مِنْ دُونِهِ إِلَهًا لَقَدْ قُلْنَا إِذًا شَطَطًا
“Biz sana onların kıssalarını doğru olarak naklediyoruz: Hakikat bunlar, birkaç genç yiğit idiler; Rablerine iman ettiler. Biz de hidayetlerini artırdık.” “Ve kalplerine rabıta verdik. O vakit kıyam ettiler ve dediler ki: ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi’dir. Biz ihtimali yok, O’ndan başka bir ilaha ibadet etmeyiz. Doğrusu o zaman cidden saçma söylemiş oluruz.”
“Onlara sabır ilham ettik ve kalplerini iman nuru ile takviye ettik.”
“Onların kalplerini iman üzere muhafaza ettik.”
“Kalplerine rabıta verilmesi, onların azimlerinin şiddetinden ve sabırlarının kuvvetinden ibarettir ki bunları Allah (c.c.) onlara vermiştir.”
Kasas Suresi’nin 10. Ayet-i Kerimesi:
وَ أَصْبَحَ فُؤَادُ أُمِّ مُوسَى فَارِغًا إِنْ كَادَتْ لَتُبْدِي بِهِ لَوْلَا أَنْ رَبَطْنَا عَلَى قَلْبِهَا لِتَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
“Musa (a.s.)’ın anasının gönlü ise, bomboş sabahı etti. Eğer imanlılardan olsun diye kalbine rabıta vermese idik, az daha onu açıverecekti (açığa vuracaktı.)”
“(Eğer inananlardan) Allah’ın va’dini tasdik edenlerden (olsun diye onun kalbini) sabır ve sebat ile (pekiştirmeseydik) onu bir kalp sağlamlığına kavuşturmasaydık (az kaldı onu açığa vuracaktı)”
Âl-i İmran Süresi’nin 200. Ayet-i Kerimesi
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اصْبِرُوا وَ صَابِرُوا وَ رَابِطُوا وَ اتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler! Sabredin ve sabır yarışında düşmanlarınızı geçin ve cihad için hazır ve rabıtalı bulunun ve Allah’a korunun ki felah bulasınız.”
Rabıta kitap, sünnet, icma’ ve kıyas ile sabittir. Onu inkâr etmek mümkün değildir.
اِنَّ الرَّابِطَةَ عِبَارَةٌ عَنْ تَعَلُّقِ الْقَلْبِ بِشَيْءٍ لِشَيْءٍ عَلَي وَجْهِ الْمَحَبَّةِ
“Zira mutlak manada rabıta, sevgi yoluyla, kalbin, bir şey sebebiyle, bir şeye taalluku ve alakasından ibarettir.”
فَهَلْ وَرَدَ فِيمَنْ تَصَوَّرَ صُورَةَ مَحْبُوبِهِ وَتَخَيَّلَ اَنَّهُ يُقَبِّلُ يَدَهُ اَوْ رِجْلَهُ اَوْ يَضَعُهُ عَلَى رَأْسِهِ اَوْ جَبْهَتِهِ يَعْتَنِقُهُ اَوْ يُدْخِلُهُ فِى قَلْبِهِ نَهْىٌ مِنَ الْكِتَابِ اَوِ السُّنَّةِ اَوِ الْاِجْمَاعِ اَوِ الْقِيَاسِ
“Sevdiğinin cemalini düşünen; elini-ayağını öpüp başına ya da alnına koyduğunu tahayyül eden; ona sarılıp onu kalbine yerleştiren kimse için Kitap’tan, Sünnet’ten veya kıyastan bir nehiy acaba varid olmuş mudur?”
فَلَوْ تَنَبَّهَ الْمُنْكِرُ لَعَلِمَ اَنَّ مَا يُنْكِرُهُ عَيْنُ مَا يَسْتَحْضِرُهُ. وَاَنَّ الَّذِي يَجْهَلُهُ هُوَ الَّذِي يَفْعَلُهُ مِنَ الرَّابِطَةِ الَّتِي يَنْفِي ثُبُوتَهَا مَعَ فِعْلِهِ اِيَّاهَا. … وَذَلِكَ اِذَا كَبَّرَ تَكْبِيرَةَ الْاِحْرَامِ سَرَحَ فِي اَوْدِيَةِ الْاَفْكَارِ وَالْاَوْهَامِ ، وَاَعْرَضَ عَنْ رَبِّهِ ، وَنَسِيَ نَفْسَهُ …وَاشْتَغَلَ اِمَّا بِرَابِطَةِ وَقْفِهِ اَوْ مُلْكِهِ اَوْ حِرْفَتِهِ اَوْ زَوْجَتِهِ اِنْ كَانَتْ نَفْسُهُ مَفْتُونَةً بِهَا اَوْ وَلَدِهِ اَوْ تَقْرِيرِ مَسْئَلَةٍ يُلْقِيهَا اِبْلِيسُ اِلَيْهِ لِيُخْرِجَهُ مِنْ صَلاَتِهِ مُفَلَّسًا اَوْ مُخَاطَبَةِ مَنْ يَرْتَجِي مِنْهُ زَكَاةً اَوْ صَدَقَةً . فَيَقُولُ اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَهُوَ مُقْبِلٌ عَلَي مَعْبُودِهِ الشُّهُودِيِّ . وَ رَابِطَتُهُ الَّتِي هِيَ نَصْبُ عَيْنِهِ . وَ يَسْتَمِرُّ عَلَي هَذِهِ الْحَالَةِ حَتَّي يُسَلِّمَ فَاِذَا سَلَّمَ التَّسْلِيمَةَ الْاُولَي شَرَعَ بِالْاِنْكَارِ عَلَي الرَّابِطَةِ الَّتِي يَفْعَلُهَا الْعُلَمَاءُالْعَارِفُونَ فِي وَقْتٍ مَخْصُوصٍ لِيَحْصُلَ بِوَاسِطَتِهَا انْتِفَاءُ الْغَفْلَةِ حَتَّي يُقْبِلُوا عَلَي رَبِّهِمْ فِي صَلاَتِهِمْ وَذِكْرِهِمْ بِقَلْبٍ حَاضِرٍ
“Rabıtayı inkâr eden kimse, şöyle bir uyansa inkâr ettiği şey aslında yaptığı; cahili olduğu şey gerçekte işlediğinin ta kendisidir. Bu da yapmakla beraber sübutunu inkâr ettiği rabıtadır… Zira bu kimse namaz için iftitah tekbirini aldığı zaman efkâr ve evham vadilerine kendini bırakır. Rabbinden yüz çevirerek kendini kaybeder de vakfının, mülkünün, mesleğinin, meftun olduğu zevcesinin, evladının rabıtasıyla veya onu namazından müflis olarak çıkartmak için İblis’in kalbine attığı meselenin, kendisinden zekât-sadaka almayı ümit ettiği kimseyle yapacağı konuşmanın rabıtasıyla meşgul olur. Fatiha-i Şerife’de “ancak sana ibadet ederim” derken dahi şühûdî ma’buduna yönelir. Onun gönül bağı-rabıtası gözünü diktiği şeyedir. Bu hal üzerine selam verinceye kadar devam eder. Birinci selamı verir-vermez de başlar rabıtayı inkâr etmeye. Hâlbuki inkâr ettiği rabıta, gafleti gidermek; namazda, zikirde hazır bir kalp ile Allah-ü Teâlâ’ya yönelmek için hususi vakitlerde Ulemâ-i Ârifûn tarafından yapıla gelmiştir.”
وَالْعُلَمَاءُ الظَّاهِرُونَ وَ بَعْضُ الْمَشَائِخِ يَعْتَرِضُونَ وَ يَقُولُونَ أَنَّهَا حَرَامٌ بَلْ شِرْكٌ. وَهَذَا الْاِعْتِرَاضُ لِنُقْصَانِ التَّفْهِيمِ وَالتَّفَهُّمِ. وَلَوْ كَانَتِ الرَّابِطَةُ كَمَا يَفْهَمُونَ نَحْنُ مَعَهُمْ بِلاَ شَكٍّ وَ اعْتِرَاضٍ. وَ لَكِنَّ النِّزَاعَ لَفْظِىٌّ. وَ الْاِعْتِرَاضُ مِنْ سُوءِ التَّفَهُّمِ. وَ مَقْصُودُنَا جَمِيعًا اَلْعُبُودِيَّةُ لِلَّهِ تَعَالَى وَالسَّلاَمَةُ فِى الدَّارَيْنِ وَالْعِبَادَةُ صُورَةً وَ حَقِيقَةً وَ قَصْدًا مَخْصُوصٌ لِلَّهِ تَعَالَى قَطْعًا. وَلاَيَجُوزُ فِيهَا الْإِشْرَاكُ أَبَدًا. كَمَا قَالَ اللهُ تَعَالَى فَمَنْ كَانَ يَرْجُو لِقَاءَ رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَ لَايُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا.
“Zahirî âlimler ve baz-ı meşayıh, rabıtaya itiraz edip haram, hatta şirk olduğunu söylerler. Bu itiraz, anlatma ve anlamadaki noksanlıktan dolayıdır. Eğer rabıta onların anladığı gibiyse şüphesiz biz de onlarla beraberiz. Fakat bu nizâ’ lafzî bir nizâ’dır. İtiraz, yanlış anlayıştan dolayıdır. Bizim maksadımız tamamıyla Allah’a kulluk yapmak ve dünya-ahiret selametine ulaşmaktır. İbadet, hem suret hem hakikat hem de kast itibariyle kat’î olarak Allah-ü Teâlâ’ya mahsustur. Bu hususta Allah (c.c.)’ya başkasını ortak koşmak ebediyen câiz değildir.
فَمَنْ كَانَ يَرْجُو لِقَاءَ رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَ لَايُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا
“Her kim Rabbine ulaşmayı arzu ederse salih amel işlesin ve Rabbinin ibâdetine hiçbir kimseyi ortak etmesin”buyrulduğu gibi.”
Maide Süresi’nin 35. Ayet-i Kerimesi’nde şöyle buyrulur:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَ ابْتَغُوا إِلَيْهِ الْوَسِيلَةَ وَ جَاهِدُوا فِي سَبِيلِهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey o bütün iman edenler! Allah’tan korkun ve ona yaklaşmaya vesile arayın ve onun yolunda mücâhede edin ki felâha erebilesiniz”
Ayet-i Celile şöyle tefsir edilmiştir:
وَاعْلَمْ اَنَّ الْآيَةَ الْكَرِيمَةَ صَرَّحَتْ بِالْاَمْرِ بِابْتِغَاءِ الْوَسِيلَةِ وَلاَ بُدَّ مِنْهَا اَلْبَتَّةَ فَاِنَّ الْوُصُولَ اِلَى اللهِ تَعَالَى لاَ يَحْصُلُ اِلاَّ بِالْوَسِيلَةِ وَهِىَ عُلَمَاءُ الْحَقِيقَةِ وَمَشَايِخُ الطَّرِيقَةِوَالْعَمَلُ بِالنَّفْسِ يَزِيدُ فِى وُجُودِهَا وَاَمَّا الْعَمَلُ وَفْقَ اِشَارَةِ الْمُرْشِدِ وَدَلاَلَةِ الْاَنْبِيَاءِ وَالْاَوْلِيَاءِ فَيُخَلِّصُهَا مِنَ الْوُجُودِ وَ يَرْفَعُ الْحِجَابَ وَ يُوصِلُ الطَّالِبَ اِلَى رَبِّ الْاَرْبَابِ
“Ayet-i Kerimede vesile arama hususundaki emir açıktır. Vesile aramak elbette lazımdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a ulaşmak ancak vesile ile mümkün olur. Bu vesile de hakikat âlimleri ve tarikat şeyhleridir. Tek başına amel vücûd (varlık, enâniyet)’i ziyadeleştirir. Mürşidin işaretiyle, enbiya ve evliyanın delaletiyle yapılan amel ise vücûd ve enaniyyetten kurtarır. Perdeleri kaldırır ve Rabbü’l-Âlemîn’e ulaştırır.”,
وَالْوَسِيلَةُ اَلْاَعْمَالُ الصَّالِحَةُ. وَ لاَتَكُونُ الْاَعْمَالُ صَالِحَةً اِلاَّ بِالْاِخْلاَصِ. وَ لاَيَكُونُ الْعَمَلُ خَالِصًا اِلاَّ اِذَا خَلاَ عَنِ الشَّوَائِبِ. وَقَدْ حَصَلَ لَنَا بِالتَّجْرِبَةِ: أَنَّا اِذَا اشْتَغَلْنَا بِالرَّابِطَةِ خَلَتْ اَعْمَالُنَا عَنْ شَوَائِبِ الْغَفْلَةِ. وَالْعَمَلُ فِي الْغَفْلَةِ غَيْرُ مُعْتَدٍّ بِهِ. لِاَنَّهُ يُكْتَبُ لِلْعَبْدِ مِنْ صَلاَتِهِ مَا عَقَلَ مِنْهَا. فَهِىَ مِنَ الْوَسَائِلِ الْمُوجِبَةِ لِزَوَالِ الْغَفْلَةِ. وَ زَوَالُ الْغَفْلَةِ مَقْصُودٌ. وَمَا اَوْصَلَ اِلَى الْمَقْصُودِ مَقْصُودٌ.
“Ayet-i Kerime’deki vesile (en umumî manasıyla) âmâl-i sâlihadır. Ameller ise ancak ihlâs ile salih olur. Amelin halis olması ancak gaflet şâibelerinden hâlî olmasıyladır. Bizim için tecrübeyle sabittir ki rabıta ile meşgul olduğumuz zaman amellerimiz gaflet şâibelerinden hâlî olur. Gafletle yapılan amel ise hatırı sayılır bir amel değildir. Zira namazından kul için ancak (huzurullahta olduğunu) idrak ederek kıldığı kısım yazılır. Böyle olunca rabıta gafletin zevâlini mucip vesâildendir. Gafletin zevali ise maksuttur. Maksuda ulaştıran şey de maksuttur.”
وَ مِنْ لَوَازِمِ زَوَالِ الْغَفْلَةِ اَلْحُضُورُ.
“Gafletin zevalinin levazımından biri huzurdur.”
İthâf-ı Sâil isimli kitabında Seyyid el-Habib Abdulluh Bâ’levî Hz. şöyle buyurur:
اَلْحُضُورُ مَعَ اللهِ رُوحُ الْعِبَادَةِ وَهُوَ الْمَقْصُودُ مِنْهَا {اَىِ الرَّابِطَةِ}
“Huzur ma’allah ibadetin ruhudur. İşte rabıtadan maksat da budur.”
فَالرَّابِطَةُ الْمُوجِبَةُ لِزَوالِ الْغَفْلَةِ الْمُوجِبِ لِلْحُضُورِ مِنْ اَشْرَفِ الْوَسَائِلِ.
“Şu halde rabıta gafletin zevalini; gafletin zevali de huzuru mucip olmakla eşref-i vesâildendir.”
Nisa Süresi’nin 43. Ayet-i Kerimesi’nde Allah-ü Teâlâ şöyle emir buyurur:
…فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَ أَيْدِيكُمْ مِنْهُ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَفُوًّا غَفُورًا
“… o zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin. Niyetle elinize, yüzünüze mesh eyleyin. Muhakkak Allah afv ve mağfiret edicidir”
Nahcivânî Hz. bu Ayet-i Kerimeyi şöyle tefsir ederler:
(فَتَيَمَّمُوا) اَىْ فَعَلَيْكُمْ أَنْ تَقْصِدُوا وَ تَتَوَجَّهُوا(صَعِيدًاطَيِّبًا) اَىْ مُرْشِدًا كَامِلاً وَ هَادِيًا مُكَمِّلاً طَاهِرًا عَنْ جَمِيعِ الرَّذَائِلِ وَالْآثَامِ الْعَائِقَةِ عَنِ الْوُصُولِ إِلَى جَنَّةِ الْوَحْدَةِ (فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ) اَىْ بِهُوِيَّاتِكُمُ الْبَاطِلَةُ (وَ أَيْدِيكُمْ) اَىْ أَوْصَافِكُم الذَّمِيمَةِ الْعَاطِلَةِ (مِنْهُ) اَىْ مِنْ تُرَابِ أَقْدَامِهِ وَ ثَرَى سُدَّتِهِ السَّنِيَّةِ وَ عَتَبَتِهِ الْعَلِيَّةِ لَعَلَّهُ بِيُمْنِ أَنْفَاسِهِ الْمُتَبَرِّكَةِ يُرْشِدُكُمْ إِلَى النَّجَاةِ عَنْ مَضِيقِ التَّعَيُّنَاتِ وَ يَهْدِيكُمْ نَحْوَ فَضَاءِ الذَّاتِ
“Vahdet cennetine ulaşmaya mani olan günah ve rezaletlerin tamamından sizi temizleyecek, kâmil, hadi, mükemmil bir mürşide yönelmeniz lazımdır. Batıl hüviyetlerinizi, âtıl olan kötü vasıflarınızı o mürşidin ayaklarının, onun yüce kapısı ve eşiğinin toprağına sürün. Umulur ki o, mübarek nefesleri hürmetine sizi ta’ayunât girdabından kurtuluşa irşad eder, zatının fezası tarafına sizi hidayet eder.”
Âl-i İmran Süresi’nin 200. Ayet-i Kerimesinde şöyle buyrulur:
يَاأيَهَا الَّذِينَ أمَنُوا اصْبِرُوا وَ صَابِرُوا وَ رَابِطُوا وَ اتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler! Sabredin ve sabır yarışında düşmanlarınızı geçin ve cihat için hazır ve rabıtalı bulunun ve Allah’a korunun ki felah bulasınız.”
Bu Ayet-i Celile şöyle tefsir edilmiştir: “Murabata ediniz, ribat yapınız, imamın arkasında cemaatle namazda olduğu gibi birbirinize bağlanıp vazifeye mukayyet olunuz. Ve alel’husus gazaya düşmanlarınızdan daha fazla hazırlıklı bulunarak atlarınızı bağlayıp sınırlarda karakol bekleyiniz. Ribat, Allah yolunda mülazemettir. Bu esasen “rabt-ı hayl” yani at bağlamaktan alınmıştır ki düşmana karşı atını bağlayıp tarassut ve intizar etmek demektir.”
“Kur’an-ı Kerim’de geçen وَرَابِطُوا emri ile emrolunan “ribat” ve “murabeta” yalnızca maddi ve dış düşmana karşı değil, bizi, içimizden vuran ve emmare-i bissü’ karakterini ifade eden nefis düşmanına karşı da vaziyet almayı, onun aldatıcı hilelerine karşı kalbi gözetlemeyi de ifade eder.”
Büyüklerimiz Ayet-i Kerime’nin izahını şöyle yaparlardı:
“Zahirî rabıta, ehl-i imanın aralarındaki irtibatı, birliği, beraberliği muhafaza etmeleri, düşmanlarına son derece karşı koymalarıdır. Amma batınî rabıta ve hakiki rabıta nedir? Adüvv-ü batıniyy-i ekber’e karşı cihatta, harpte rabıta ki, ona karşı rabıta da, ancak ruh-u melekîye, merkez-i Muhammediye’den nur-u ilahîyi, nur-u Muhammedîyi cezb etmektir.”
Adüvv-ü zahir, (görülen düşman) ile olan cihad-ı esgarda (küçük cihatta) yapacağımız şeyi beyan için bize اِصْبِرُوا“sabredin.” Bak! Teker, teker, düşman karşısında sıkıntı gördüğünüzde hemen kaçmayın. Düşmandan kaçmak kolay, ama Allah’ın lanetine uğramak zordur. Ne yapın? اصْبِرُوا biraz dayanın, biraz değil tam dayanın. وَصَابِرُوا Ferden, ferden dayandığınız gibi topluca da dayanın. وَرَابِطُوا Aranızda rabıtayı muhafaza edin. وَاتَّقُوااللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونAllah’tan korkun, ümit edilir ki dünya ve ahirette felaha nail olursunuz.”
“En büyük düşman olan nefisle mücadele etmek için Ruh-u Melekîyi beslemek lazımdır. Ruh, nefse karşı ancak feyiz ile kuvvetli olur. Feyzin gelmesi de rabıta ile olur.”
Ayet-i Kerimelerdeki zikri geçen rabıtanın, sahabe-i kiramdaki misali, Onların, Rasülullah (s.a.v.) Efendimiz’in mübarek cemaline bakmaları ve Onun huzurunda bulunmalarıdır. Hz. Ebu Bekir (r.a.);
يَارَسوُلَ اللهِ حُبِّبَ اِلَىَّ مِنْ دُنْياَكُمْ ثَلاَثٌ اَلنَّظَرُ اِلَيْكَ وَاِنْفاَقُ مَالِى عَلَيْكَ وَالْجُلوُسُ بَيْنَ يَدَيْكَ
“Ya Rasülallah! Sizin dünyanızdan üç şey bana sevdirildi; sizin cemalinize bakmak, malımı sizin yolunuzda infak etmek ve sizin önünüzde oturmak”, buyurmuşlardır.
كَانَ رَجُلٌ عِنْدَ النَّبِىِّ عَلَيْهِ السَّلاَمُ لاَ يَطْرِفُ فَقاَلَ عَلَيْهِ السَّلاَمُ مَابَالُكَ ؟ قاَلَ بِأَبِى وَاُمِّى أَتَمَتَّعُ باِلنَّظَرِ إِلَيْكَ
“Rasülullah (s.a.v.)’in yanında bir kişi gözlerini kırpmadan Rasülullah’a bakıyordu. Rasülullah (s.a.v.) ona: “Sana ne oluyor?”, diyerek bunun sebebini sorunca, “Anam, babam sana feda olsun ya Rasülallah, mübarek cemalinize bakarak faydalanıyorum cevabını verdi.”
وَ هَلْ لِلصُّحْبَةِ مَعْنًى سِوَى انْطِبَاعِ صُورَةِ النَّبِىِّ صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ فِي مِرْآةِ الْقَلْبِ الَّذِي رَآهُ مُؤْمِنًا اَوِ انْطِبَاعِ صُورَةِ الشَّخْصِ الْمُؤْمِنِ فِي ذِهْنِ النَّبِىِّ عَلَيْهِ السَّلاَمُ. … وَهَلْ اَمْرٌ اَوْضَحُ مِنْ دُعَاءِ النَّبِىِّ صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ اِلَى مُبَايَعَتِهِ الْمُسْتَلْزِمَةِ لِلرُّؤْيَةِ الْمُسْتَلْزِمَةِ لِانْطِبَاعِ الصُّورَةِ؟ وَاِذَا انْطَبَعَتِ الصُّورَةُ فِي الذِّهْنِ ظَهَرَتْ لِرَائِيهَا فِي مُخَيِّلَتِهِ مَهْمَا تَذَكَّرَ الْمَرْئِىَّ شَاءَ اَوْ اَبَى وَلَوْ كَانَ عَدُوًّا. فَاسْتِحْضَارُ صُورَةِ النَّبِىِّ صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ وَ تَخَيُّلُهَا الَّذِي هُوَ الْمُرَادُ بِقَوْلِنَا تَصَوُّرُهَا مَحَبَّةً لَهُ وَاشْتِيَاقًا اِلَيْهِ.
“Sohbet kelimesinin (sahabî), Nebi (s.a.v.)’i mü’min olarak gören kimsenin kalp aynasında, O’nun suretinin tab’ olunmasından veya Nebi (s.a.v.)’in zihninde o mü’min şahsın suretinin tab’ olunmasından başka bir manası var mıdır? Onların rabıtalı olduğuna dair Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in kendisine biat etmeye davetinden daha açık bir delil olabilir mi? Zira mübaye’at onu görmeyi, görmek ise, zihinde süret-i Rasülüllah’ın tab olunmasını gerektirir. Zihinde suret yerleştikten sonra artık o kimse, gördüğünü ne zaman düşünse, istese de istemese de, velev ki düşmanı bile olsa, onun sureti gözünün önüne gelecektir…. İşte zikredilen şekilde Nebi (s.a.v.)’in suretinin tasavvur ve tahayyülü, bizim rabıta için “Üstazın suretini ona mahabbet ve iştiyak ile tasavvurdan ibarettir” kavlimizle kastettiğimizden başkası değildir.”
Onun cemaline nazar etmek ve onun önünde oturup latâifinden feyiz almak rabıtadır. Bu itibarla Ashab-ı Kiram’ın tamamı Rabıtalı idi. Bu hususta şöyle buyrulur:
إنَّ الرَّابِطَةَ تَحْصُلُ لِلصًّحَابَةِ رِضْوَانُ اللَّهِ عَلَيْهِمْ أجْمَعِينَ فِى شِدَّةِ مَحَبَّتِهِمْ وَكَمَالِ إتِّبَاعِهِمْ لِرَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ فَكُلُّهُمْ كَانُوا مُتَوَجِّهِينَ إلَى الْحَضْرَةِ النُّبُوَّةِ وَعَاشِقِينَ لَهُ وَرَابِطِينَ بِهِ قُلوُبُهُمْ بِالْمَحَبَّةِ الْكَامِلَةِ وَمُسْتَمِدِّينَ وَمُسْتَفِيضِينَ مِنْ رُوحَانِيَّتِهِ الْعَلِيَّةِ بِمُطَالَعَةِ جَمَالِهِ وَشَمَائِلِهِ السَّنِيَّةِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ غُدُوَّةً وَ عَشِيَّةً
“Şüphesiz Sahabe-i Kiram’daki rabıta, Rasülullah (s.a.v.) Efendimiz’e şiddetli muhabbetlerinden ve tam manası ile ittiba’larından meydana geliyordu. Onların tamamı Peygamberimiz (s.a.v.)’e teveccüh ediyor, ona âşık, kalpleri kâmil bir muhabbet ile ona rabıtalı, ondan istimdat ediyor, akşam-sabah onun mübarek cemalini ve şemâil-i şerifini mütalaa ederek onun yüce ruhaniyyetinden feyiz alıyorlar idi.”
وَهِىَ رُؤْيَةُ وَجْهِ الشَّيْخِ فَإِنَّهاَ تُثْمِرُ ماَ يُثْمِرُ الذِّكْرُ بَلْ هِىَ أَشَدُّ تَأْثيِراً مِنَ الذِّكْرِ لِمَنْ عَرَفَ شَرْطَهاَ وَآداَبَهاَ وَمِنْ ذَلِكَ كَانَ تَرْبِيَةَ النَّبِىِّ (صلعم) لِلصَّحاَبَةِ (ر.ض) فَكَانُو يَسْتَغْنُونَ بِرُؤْيَةِ طَلْعَتِهِ السَّعيِدَةِ وَيَنْتَفِعوُنَ بِهاَ عَنْ كُلِّ رِياَضَةٍ وَمُجاَهَدَةٍ أَكْثَرَ مِمَّا يَنْتَفِعوُنَ باِلاَذْكاَرِ فِي مُدَّةٍ مَديِدَةٍ وَلِهَذاَ كاَنَتْ دَرَجَةُ الصَّحاَبَةِ لاَتُضَاهَى وَ الْاِجْتِمَاعُ بِالْمَشَائِخِ مَرْتَبَةً بِهَا يُتَبَاهَى
“Rabıta, Üstaz’ın yüzünü görmektir. Bu rabıta, zikirden elde edilecek neticeyi elde ettirir. Belki de şartını ve adabını bilen kimse için rabıtanın faide ve semeresi daha fazladır. Bu sebeple rabıta, Rasülullah (s.a.v.)’in ashabını terbiye metodu olmuştur. Onlar Rasüllüllah (s.a.v.)’in mübarek cemalini görmeleri sebebiyle her türlü riyazât ve mücahededen müstağni idiler. Ve uzun müddet zikre devam ile elde edilecek menfaatten daha fazlasını, Rasülüllah (s.a.v.)’i görmekle elde etmişlerdi. Onun için Sahabe-i Kiram’ın dereceleri hiçbir şeye benzemeyen bir derece; Üstazlar ile velev ki bir an olsun beraberlik, kendisi ile övünülecek bir mertebe olmuştur.”
Sünnet’ten Delil:
إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى…
“Ameller ancak niyet iledir. Herkes için niyet ettiği şey vardır…” Hadis-i Şerifi rabıtanın delilidir. Zira ameller bedenî ve kalbî olmak üzere ikiye ayrılır. Mubah olan hareket ve tasavvurlar ile insan tâate veya takvaya (korunmaya) niyet ettiği zaman onun için niyet ettiği şey vardır.”
“Yine Rasülullah (s.a.v.) Efendimiz, Sevr Mağarası’nda Hz. Ebu Bekir (r.a.)’a rabıtayı tarif ederek onun sadrına bütün maarifi akıtmış, böylece sırr-ı veraset, sırr-ı hilafet Sıddık-ı Ekber, (radıyallahü an zatihilethar) Hz’ne intikal etmiştir.”
İcma’dan Delil:
Ehl-i Tasavvuf, rabıta ameli üzerine icma edip, onu kabul etmişlerdir.
وَ اِجْمَاعُهُمْ عَلَى عَمَلٍ فِى مَذْهَبِهِمْ حُجَّةٌ يَجِبُ قَبُولُهَا عَلَى مَنْ تَمَذْهَبَ بِمَذْهَبِهِمْ.
“Onların yollarında bir husus üzerine icmaın vaki olması, o yola girenler için kabulü vacip olan bir huccettir.”
Bu husus üzere icmâ’ edenler içerisinde mezhep imamlarımız ve zâhirî ilimlerde yüksek derecelere ulaşan âlimlerimiz de vardır. Bunlardan bazıları:
İmam-ı Âzam, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Ahmedibn-i Hanbel, Seyyid Şerif Cürcânî, İmam-ı Hâdimî, İmam-ı Nevevî, İmam-ı Hamevî, İmam Tacü’d-din el-Hanefî, İmam Firuzâbâdî, Şeyh Necmü’d-din el-Kübrâ, Abdulganî en-Nablûsî, Allame ibn-i Âbidîn, İbrâhîm Hakkı Erzurûmî, İmamı Birgivî,İmam-ı Ğazâlî,İbn-i Hacer el-Mekkî, Celâleddîn es-Suyûtî, İmâm-ı Şa’rânî, İmam Sühreverdî,.Cüneyd-i Bağdâdî, İmam-ı Düsûkî,İmam Nahcüvânî, Osmanlı Sultanları ve Zenbilli Ali Efendi, ibn-i Kemal, Ebûs-Suûd Efendi gibi Osmanlı Şeyhu’l-İslam’ları ve daha birçok büyük zevattır.
İmam et-Tîbî (r.h.) buyurur ki:
“Bir âlimin bildiklerine kanaat etmesi uygun değildir. Velev ki ilimde tebahhur etmiş olsun, hatta asrının bir numaralı âlimi olsun. Bilakis ona lazım olan sırât-ı müstekîme ulaştırması için ehl-i tarîkla beraber olmasıdır. Bu sayede nefs-i emmârenin manevi kirlerinden ve küdûrâtından kurtulmuş olur. Nübüvvet nurundan almaya güç yetirir. Ancak bu, nefsin hastalıklarının ilacını bilen bir mürşid-i kâmil vasıtasıyla olur” buyurmuştur.
Kıyas’tan Delil:
قَالَ الْفُقَهَاءُ يُسَنُّ لِلْمُصَلِّى اَنْ لاَ يُجَاوِزَ بَصَرُهُ اِشَارَتَهُ. وَ ذَلِكَ لِاَنَّهُ اَجْمَعُ لِلْهَمِّ وَ اَدْفَعُ لِلتَّفَرُّقِ. فَكَذَلِكَ الرَّابِطَةُ تُسْتَعْمَلُ لِدَفْعِ الْاَغْيَارِ وَ اسْتِجْلاَبِ الْحُضُورِ
“Fukahâmız buyururlar ki; “Namaz kılan kimse için, şehadet kelimesini okurken yaptığı parmak ile şehadette, gözlerini, parmağı ile yaptığı işaretten kaçırmaz. (Gözlerini, Allah’ın tevhidine işaret esnasında semaya vs. çevirmez. Belki işaretine tabi kılar. Çünkü bu ibadete muvafık bir edeptir.) Böyle yapışı, maksat ve niyyetini derli-toplu hale getirici, bununla beraber, dağınıklığı def edicidir. İşte bunun gibi rabıta da ağyarı defi, huzuru temin için yapılır.
وَ يُسَنُّ لِلْأَعْمَى وَ مَنْ هُوَ فِى ظُلْمَةٍ أَنْ تَكُونَ حَالَتُهُ كَحَالَةِ النَّظَرِ لِمَحَلِّ سُجُودِهِ. وَ الْمُرَادُ مِنْ ذَلِكَ جَمْعُ الْقَلْبِ وَالْحُضُورُ وَ عَدَمُ التَّفْرِقَةِ
“Hatta âmâ olan veya karanlıkta namaz kılan kimsenin namazdaki vaziyeti secde mahalline nazar ediyormuş gibi olması sünnettir. Bundan maksat, kalbin huzur ve cem’iyyetini temin etmek, gönül dağınıklığını defetmektir.”
أَفَلاَ نَجْعَلُ تَخَيُّلَ الرَّابِطَةِ خَارِجَ الصَّلاَةِ كَتَخَيُّلِ الْاَعْمَى النَّظَرَ إِلَى مَحَلِّ سُجُودِهِ لِحُصُولِ الْفَائِدَةِ؟ فَإِنَّ الْمَقْصُودَ وَاحِدٌ.
“Biz namazın dışında rabıtayı, faide hâsıl olması için, âmâ olan kimsenin secde mahalline bakması mesabesinde niye kılmayalım ki? Zira maksat aynıdır.”
Büyüklerimiz şöyle buyurmuşlar:
مَنْ لَمْ يَذُقْ واَهْ بيِلْمَزْ ياَزيِقْ “Tatmayan kimse, vah bilmez, yazık.” “Eski hocalar; ilim, hikmet sahibi hocalar, yarı Türkçe, yarı Arapça bazı zavallıların halini beyan için: مَنْ لَمْ يَذُقْkim ki tatmadı ise واَهْ بيِلْمَزْ ياَزيِقْ“vah bilmez, yazık”, bunu tatmamış, öğrenmemiş” derlermiş.
“Kitabullah ile sabit Rabıta-i Şerife, Rasülullah’ın kavli ve fi’li ile de sabittir. “Nerden bildin?”, dersen, bize hayyen an hayyin gelmiştir, ondan biliyoruz. Sen bilmedin diye biz de mi bilmeyeceğiz.”
“Rabıta-i Şerife Kitap’la sabit, Hadis’le sabittir. Fiilen Rasülullah Efendimiz’den bu yana –daha evvelkini saymıyorum. Hz. Âdem’den, bütün Enbiya-i Mürselin’den öyle geliyor, ama- Rasülullah Efendimiz’den bi’l-itibar zamanımıza gelinceye kadar fiilen de biliniyor, manen de biliniyor, maddeten de biliniyor, ilm-i zahir ile de, ilm-i batın ile de biliniyor. Hangisini istersen onunla sabittir rabıta.”