![](https://kundun55.com/wp-content/uploads/2017/09/1501.jpg)
SOLJENİTSİN OLAYI
1. NOBELDEN SONRA
1970 yılında Nobel Edebiyat Ödülü Aleksandr Soljenitsin’e verildi. Nobel kazanmasında başlıca rolü oynayan temel eseri, Kanser Koğuşu adını taşıyordu. 1958 yılında da bir diğer Sovyet yazarı Boris Pasternak, Nobel Edebiyat ödülünü kazanmıştı. Temel ve en çok tanınan eseri Dr. Jivago idi. ödül kazanan iki yazarın belli bir çizgiye kadar kaderleri aynıydı: İkisi de ödül almaya gidememişlerdi. (1933 yılında Nobel Edebiyat Ödülü, yine bir Sovyet yazarına verilmişti: İvan Bunin. Ne ki, onun da kaderi aynıydı. Eseri, Sovyet Rusya’da bastırılmıyor, rejim aleyhtarı olarak suçlanıyordu) Burjuva ölçüleri içindeki değerlendirmelere, rejimin prim vermesi düşünülemezdi. Ayrıca burjuva değerlendirmecilerin takdirini kazanan eserlerden Rusya’da yaşayan halkların da haberdar edilmesine gerek yoktu. Dünyanın öteki bölümü eserler üzerinde konuşurken; eserlerin baskısına müsaade edilmeyen Sovyet Rusya’da her şeyin yerli yerinde olduğu; hiç bir şeyin, hiç bir arızanın olmadığı ve rejimin sağlığı üzerinde hiç bir şüpheye düşülmemesine ilişkin faaliyetler sürüyordu.
Ancak, Soljenitsin’in çizgisi daha sonra Pasternak’tan farklılık göstermeye başladı. Soljenitsin, yazarlığının yanı sıra yaşanan dünya, batı doğu ve insanlık gibi konularda felsefî siyasî yorumlar getirerek kendini duyurmaya başladı.
Pasternak, duyarlılığıyla tanınan bir yazardı. Stalın döneminde eserlerini gizlemiş, her şeyi reddeden Sovyet sansürüne göndermekten çekinmişti. Bu noktada Soljenitsin başka bir özellikle ortaya çıkıyordu. Kendi ülkesinin beğenmediği iç şartlarını ve dış politikasını yoğun sansür bulutlarıyla çevrildiği bir ortamda eleştirmesiyle… Bu eleştirinin muhtemel sonuçlarına katlanmasıyla. Yani hayatıyla.
Soljenitsin, şimdi Batı’da bulunmaktadır. Kamuoyunun uzun süreden beri devamlı ilgisini toplamaktadır. Denilebilir ki, kolay zevklerin, sürekli bir değişim arayan dengesiz alışkanlıkların içindeki Batı kamuoyunu uzun bir süredir meşgul eden ünlü romancı, —sırf bu sebeple bile— bir olayın kahramanıdır; incelenmeye değerdir.
Batı’yı, Batı’ya has şartlar içinde analizleyen ve yine bu şartlar içinde birtakım sonuçlara varan Soljenitsin’in, Batı kamuoyunu derinden etkileyen açıklamalarından en önemlisi sunulurken, —inceleme anIamında değilse bile— en azından Soljenitsin’in dünyasının kapısını aralamak gerekiyordu. Bu da, yazarın ömrünü geçirdiği Sovyetler Birliği’ndeki hayatın kapısını aralamakla eş anlamlıydı.
2. YAZMANIN BEDELİ OLAN BİR HAYAT.
Soljenitsin, 11 Aralık 1918’de Kafkaslardaki Kislovodosk’ta doğdu. Rostov Üniversitesinde matematik ve fizik tahsili yaptı. Bu arada edebiyatla ilgisini sürdürüyordu; Moskova Tarih, Felsefe ve Edebiyat Enstitüsünün kurslarına yazılmıştı.
Üniversite’yi bitirdikten sonra, bir süre ortaokul fizik öğretmenliği yaptı. Stalin Hitler anlaşmasının bozulmasından sonra Almanlar, Sovyet Rusya içlerinde hızla ilerlemeye başlamışlardı. 18 Ekim 1941’de Soljenitsin askere alındı. Her Rus gibi, orduya katıldı. Resmî öğretinin gücüne güvenemeyen Stalin, aziz ve tasvirli Slav ve eski Rus bayrağını açmıştı. Savaş âdeta kutsal bir çehreye bürünmüştü Almanlara karşı. Soljenitsin yetenekliydi. 1945 yılında yüzbaşı rütbesine yükseltildi ve iki madalya ile taltif edildi.
Savaş bitmek üzereydi; sıra Stalin’in savaş dönemi kalıntılarını temizlemesine gelmişti. Tasvirli, azizli Slav bayrağı eski yerine kaldırıldı. Soljenitsin de tutuklananlar arasındaydı. Savaşın başlangıcından beri anti Sovyet propaganda yapmaktan ve arkadaşları arasında gizli bir teşkilât kurma hazırlıklarının sezildiğinden dolayı. Yüzbaşı unvanı ve iki madalyası, vatan hainliği üniformasıyla yer değiştirdi böylece.
Gerçek, kendinin anılarında belirttiği üzere şu idi: Yazar, Stalin’in ismini anmadan onu eleştirme cesareti göstermişti mektuplarında. Eleştirisine esas aldığı da Lenin’di. Stalin’in Lenin’e sırt çevirdiğini, Napolyon ve Sezar’la kıyaslanacak biri olmadığını öne sürmekteydi. Sonuçta özel bir gizli polis mahkemesinde yargılandı; ceza âdet olduğu üzere, önceden belIiydi; 8 yıl Sibirya içlerindeki Karanga’da çalışma kampı. Eski deyimiyle kürek mahkûmiyeti.
ROMANININ DOĞUŞU
Çalışma kamplarındaki insanlar, «neden, niçin, nasıl» orada bulunduklarının şaşkınlığı içindeyken, taş kırmaktan başlayarak her türlü işe koşturuluyorlardı. Soljenitsin de duvarcılık yaptı. Kamplarda uzun ve ağır geçen zaman, kafasındaki soruların aydınlamasına, rejim konusundaki görüşlerinin berraklaşmasına yardımcı oldu.
Yazarın, «İvan Denisoviç’in Hayatı’nda Bir Gün»( A. Soljenitsin, «İvan Denisoviç’in Hayatı’nda Bir Gün», Altın Kitapları, İstanbul, 1974.) adlı eseri, kamplardaki hayatın izlenimlerini, Sovyet Rejiminin «Stalinizm Dönemindeki uygulamalarını anlatır. Bir gecede, «neden, niçin, nasıl» olduğunu bilmeden zirveden en aşağı yamaçlara düşürülen insanları.
İvan Denisoviç’in Hayatı’nda Bir Gün, yazarın yayınlanan ilk eseri ve çalışma kampı tecrübelerinin ilk ürünü, ivan Denisoviç adlı bir mahkûmun çalışma kampında yıllarca bitmeyen bir gününün anlatımı.
İLK ÇEMBER
Stalin’in ölümünden bir yıl sonra 5 mart 1953’te Soljenitsin cezasını tamamladı. Cezasının bir bölümünü Moskova özel hapishanesinde geçirmişti. Burada edindiği tecrübeler, «ilk Çember» (A. Soljenitsin, «İlk Çember», e Yayınları, İstanbul, 1971.) adlı eserinin malzemesi oldu.
Bu özel hapishane, Rusya’daki seçkin entelektüellerin toplandığı bir yerdi. İşte, «İlk Çember», Stalinizm Dönemi’nin entellektüel zümre üzerindeki yansımalarını verir. Kişiler, hırslarıyla, ümitleriyle, zaaflarıyla ve aydın tutkularıyla İlk Çember’de yer alır. Hapishane bir çemberdir, bir imtihandır, bir süzgeçtir.
Maddî kaygıların, alâkalı bulunulan sosyal çevrenin çok uzaklarda bulunduğu bir ortamda, dünya problemleri ve dünyanın geleceği üzerine tartışmalar yapılır, tartışmalara yelken açılır, bu özel hapishanede.
***
«Yeni gelenlerden biri Rubin’e:
«Özür dilerim, dedi. Adınız ne?
«Lev Grigoyiç.
«Mühendis misiniz siz de?
«Filologum.
«Filolog mu? Burada filolog var demek?.
«Saraşka (Bilgin ve teknisyenlerin toplandığı özel kamp)’da kim yok diye sorarsanız daha iyi edersiniz, dedi Rubin. Matematikçiler, fizikçiler, kimyagerler, radyo teknisyenleri, telefon mühendisleri, ressamlar, çevirmenler, ciltçiler, mimarlar, inşaatçılar. Yanlışlıkla getirilen bir jeologumuz bile var.» (A.g.e., s. 15.)
Kadro tamdır. Zaman akar, insanlar direnirler çemberin içinde. İçlerinde ajanlar da vardır, cayanlar da. Bir edebiyat konusu, bir tarih ya da soyut bir kavramın günler süren —sayfalar süren— tartışması, bu çemberin içindekilerin hayatına renk katar. Ne ki, gelip gelip çember gerçeğine varılır:
«Kötülük çemberi; kötülük çemberi! Ve bu kötülük çemberini kırmanın yolu bir türlü bulunamıyor.
«Dünyayı düzene koymaya nereden başlamalı? önce başkalarını mı ele almalı insan, yoksa kendisini mi? (A.g.e., s. 490.)
***
Eserde Stalin de yer alır. Stalin, çemberin hem içindedir hem dışındadır, içindedir, öldürttüğü insanların ruhlarının onu saran çemberinin; kendi kuşkularının içinde. Dışındadır, bir diktatör olduğu için. Profili de, ciddiyet ve mizah karışımının yoğurduğu Batı tipi bir diktatör gibi çizilir:
«Matematik ve fizik Stalin’i daha çok çekiyordu. ‘Doğa’nın Diyalektiği’nde sıfır ve eksi birin karesi konusundaki tartışmaları gıpta etmeden okuyamazdı.
«Ama Kisselef’in Cebir Kitabı ile Sokolof’un üst sınıflar için fizik derslerini istediği kadar karıştırsın bir esin kaynağı bulamazdı.»
«Yeryüzünde fikri sorulacak kimse de yoktu. Yeryüzünün tek gerçek filozofuydu Stalin… Beria’ya (Polis Müdürü) mı telefon etmeliydi. Ama Beria da bir şeyden anlamıyordu.» (A.g.e., s. 119.)
«Emir verdiği zaman başarısızlığa dayanamaz, parlak başarılardan da nefret ederdi… Kendisinden başka kimse bir şeyi eksiksiz bilmemeli, yapmamalıydı.» (A.g.e., s. 133-134.)
«Stalin, bu düşünceyle kendinden geçmişti.
«Genç ortaokul öğrencilerine on yıl verilir. Ama sakalları çıkmaya başladı mı yirmibeş yılı yapıştırırsın. Gençtirler, daha çok yaşarlar.
«Şaşırtıcıydı, her şeyi biliyor, her şeyi düşünüyordu. Hem de kendisine sorulmadan önce biliyordu. Ülkeyi yöneten bir Tanrı gibi halkının isteklerini önceden biliyordu.» (A.g.e., s. 93.)
***
İnsan, deneylerden, çemberlerden geçti mi, gözüpekleşir. Geç elde edilir bir şeydir bu! Ne ki kolay kaybedilmez.
Ama, deneyin içinde bulunmak, çemberin sınırların içinde inancını yitirmeden sıcak tutmak, kolay mıdır bu?
«Asla asla, diye bağırdı. Bir insanın manevî güzelliklerini hiç bir kamp yok edememeli.
«Nerjin, acı acı güldü.
«Belki yok edememeli, ama ediyor… insanlar, kişiler belirli özellikleriyle kampa girerler; çıktıklarında —eğer çıkabilirlerse— tanınmaz haldedirler, iyi bilinen bir şeydir: Birtakım koşullar bilinci belirler.
«O an dünyayla savaşmaya hazır, uzun kollarını sallayarak, olur bu! öyleyse neden yaşamalı? Neden, söyleyin neden düştükleri halde birbirlerini seven kişiler var. Koşullar birbirine ihanet etmelerini gerektirmiyor mu? Bazen aynı kampta, aynı koşullarla karşılaştıkları halde insanlar neden çok değişik tepki gösteriyorlar?» (A.g.e., s. 293.)
Stalin’in ölümünden bir yıl sonra —önceki satırlarda belirttiğimiz üzere— İlk Çember bitmiş, yazar cezasını tamamlamıştır. Bundan sonra yazar Kok Terek Köyü’nde matematik öğretmenliğine gönderilir. Bu arada ömür boyu sürgün cezasına çarptırıldığı, bildirilir. Cezasını Kazakistan’da çekecekken «kanser»e yakalanır, tedavi amacıyla Taşkent’e nakledilir.
Böylece, yazara Nobel kazandıracak Kanser Koğuşu adlı eserin hammaddesi, malzemesi olacak bir ortam doğmuş oluyordu. Soljenitsin, Kanser Koğuşu’nda, insanı deşmek, iç hayatındaki dalgalanmaları olduğu gibi ortaya koymak imkânını bulur. Kanserliler Koğuşu, Rusya’nın her köşesinden gelmiş ya da getirilmiş insanların ve dramatik şartları doğuran partinin ustaca ele alındığı bir eserdir. Her olayın arkasındaki partinin uzun eli bir insanlık komedisi halinde yer alır eserde. (A. Soljenitsin, «Kanser Koğuşu», Kitaş Yayınları, İstanbul, 1970.)
YALANCI BAHAR
Stalinizm Dönemi, nasıl ki, kendinin tek ve mutlak haklı olduğunu; bütün edebî, felsefî, İktisadî, siyasî doğruların yegâne dimağı olduğunu savunuyor idiyse; en güçlü temsilcisi Stalin’in ölümünden sonra gelenler de aynı savunmayı kendileri için yapacaklardı. Bu tarihin diyalektiği olmalıydı. Bir Binbaşı, Stalin’in ölüme gönderdiği ünlü Mareşal Tuchacevski’ye, «Dün bir Kahraman, fakat bugün bir hiç. Tarihin diyalektiği bu Mareşal yoldaş» diyerek, bu diyalektiği açıklar. (V. Aleksandrov, «Bir Mareşalin Ölümü», çev. Em. Gen. Çelil Gürkan.)
Şimdi anlatacaklarımız için de, elbette, önce bu diyalektiği kabul etmek gerekir.
Stalin, Lenin’in yanlışlarını ortaya çıkarmıştı. Belki de Lenin kurucu büyük olmasa, yanlış çıkarma başka bir biçime dönüşecekti, iktidar kavgalarının yol açtığı bir kaos döneminden sonra Kruşçef, kendi döneminin doğrularını duvara astı; Stalin’inkileri rafa kaldırdı. Yalancı bir bahardı gelen. Çok dondurucu bir kıştan sonra buzların gevşemesi. Soljenitsin bu dönem için, «biz bu kadarına bile alışık değildik» diyor.
Yalancı Bahar, 1956’da Soljenitsin’i sürgünden kurtardı. Ryzan adlı bir taşra kentinde fizik öğretmenliğine döndü. Karısı, kaynanası ve onların iki akrabasıyla üç odalı bir apartman dairesinde yaşıyordu. (Mülkiyet problemi Sovyetlerde) Eserlerini burada yazmaya başladı.
Stalin’in hatırasına bir darbe indirmek ve o dönemin acılarını barındıran halk üzerinde sempati toplamak amacıyla olsa gerek, Soljenitsin’in, ivan Denisoviç’in Hayatı’nda Bir Gün adlı eserinin basılması uygun görüldü. Eser, Stalin dönemini bir sosyalizm yozlaşması olarak değil; kötü, düzensiz ve haksız bir sistemin eleştirisi olarak yorumluyordu.
Bu eserin yayınlanmasına izin verilişi de bir başka yönüyle ilginçtir. Sovyet bürokrasisi yönüyle. Kitabın 20 adet özel baskısı yapılır, Prezidyum’un üyeleri için. Ancak onlar okuduktan sonradır ki, baskıya geçilir. Gerçekten okurlar mı, yoksa uzmanların okuduktan sonraki yorumlarına katılmak için sunî bir gösteri midir bu?
İşin burası önemli değil. Okur veya okumazlar. Ama yanlarına alırlar. Çünkü, parti ilmin de, edebiyatın da ve her şeyin de dimağıdır.
ROMAN VE TOPLUM GERÇEĞİ
İvan Denisoviç’in Hayatı’nda Bir Gün büyük bir ilgi gördü, ilgi görmesinin sebeplerinden biri, Sovyetlerde yaşayan halklardan büyük bir bölümünün anlatılan kamp hayatına yabancı olmamalarıydı. Her birinin bir acı hatırası vardı kamplarla ilgili.
Yoksa, gerçek bir bahara atılan bir adım mıydı bu!
Bir yanda, Stalinizm Dönemi’nin hiç gelmemesini arzu eden aydınlar, diğer yanda statükonun sürdürülmesini isteyen bürokrat ve alışkanlarından kurtulması güç kesim. Öte yanda da hesaba teoride ilk, fakat pratikte en son katılan halk.
Sonunda Kruşçef doktrini yenildi. Dengeyi bulamadığı bu güçler arasında. Ayrıca dış siyaset arenasındaki Küba başarısızlığı tuz biber oldu.
Sonra Sovyet Yazarlar Birliği’nin organı Novy Mir’de yeni bir hava esmeye başladı. Yalancı Baharda fazla ileri gittiğine inanan pek çok yazar veya aydın, günah çıkartmaya başladılar. Dergide, ivan Denisoviç’in Hayatı’nda Bir Gün adlı eseri neredeyse resmî bir devlet yayını olarak neşredilen Soljenitsin, eleştirilmeye başlandı. Parti gerçeği açısından olaylara bakmadığı suçlamasıyla. Yazarlar Birliği’ne gönderdiği Kanser Koğuşu kabul görmedi, engellendi.
«BİR YAZARIN KALEMİ KIRILMAZ»
Reddedilen Kanser Koğuşu romanı Batı’ya kaçırıldı. Soljenitsin’in önünde iki yol bulunuyordu. Ya boşlukların verdiği ölçüde mücadeleye devam etmek, ya da her şeyi parti gerçeği açısından değerlendirmek. Artık Soljenitsin’in adı Batı’da duyulmaya başlıyordu. Rusya’da henüz aforoz edilmemişti; 1967 Mayısında Yazarlar Birliği’ne gönderdiği şu mektuba rağmen:
«Ama şurası muhakkak ki, ne pahasına olursa olsun bir yazar olarak görevimi yapmaya devam edeceğim. Hatta daha fazla başarıyla. Kimse gerçekleri gizleyemez. Bu yolda gerekirse hayatımı bile vermeyi göze alıyorum. Belki neticede olaylardan bir ders alacak ve bir yazarın kalemini kırmamayı öğreneceğiz.
«Tarihimiz boyunca hiç öğrenemediğimiz şeydir bu!» (A. Soljenitsin, «Dâvâ Uğruna», Damla Yayınları, İstanbul, 1975, s. 623.)
YENİ TİP MUHALEFET
Stalinizm döneminde kapalı ifadeli bir mektup yüzünden 8 yıl cezaya çarptırılan yazar, 1967 Mayısındaki mektubunda kullandığı ifadeler sebebiyle herhalde daha fazlasına lâyık görülürdü.
Mefisto ile masaya oturan ve ebedî bir gençlik uğruna anlaşmaya varan Faust, «dur artık ey zaman!» desindi; zaman durmuyordu. Sovyetler ve Batı ilişkileri 1873’ler ötesindeki Marks’ın öğretilerini unuttururcasına genişliyor; Batı teknolojisi ve kapitalist tahıl ürünleri, Sovyetlere yeni bir aşı oluyordu âdeta. Sanırım, Soljenitsin’in bir ve en önemli şansı buydu.
Tartışılıyordu. Öyle ki, Pravda Gazetesi Genel Yayın Müdürü Mihail Zimyanin;
«Onun eserlerini elbetteki, yayınlayamayız. Soljenitsin’in bu konudaki talepleri kabul edilemez. Ama eğer toplumumuzun yararı ile bağdaşan eserler verecek olursa, bunlar basılacaktır.» (A. Soljenitsin, «Dâvâ Uğruna», Damla Yayınları, İstanbul, 1975, s. 623.)
Diyor.
Öte yandan Soljenitsin, protesto ediyordu. İşte böyle olamaz bir durum vardı; ve o dönemin objektif şartları buna imkân veriyordu. Tıpkı şu an Saharov ve bir grup aydının yakaladığı yeni tip muhalefet şansı gibi.
Ama sınır yok muydu?
Vardı.
PERDE ARKASINDA OLANLAR
Soljenitsin, Saharov ve bir iki kişi ön plandaydı; perdenin önündeydi. Bir de perde arkasındakiler vardı her zaman olduğu gibi. Soljenitsin, onların aktif metotlarla susturulduğunu söyler. Bu aktif metotları, akıl hastahanelerinde delileştirme sürecine bırakılan Sovyet aydınlarının bize yansıyan yönüyle tahmin edebiliriz. Mareşal Grigorenko, matematikçi Pluiç, tarihçi Amalrik ve Kırım Türklerinin çile adamı Mustafa Cemiloğlu yine perde önündeki örneklerden. Bizler, ancak perdenin önünü görebiliyoruz, tam anlamıyla.
1969 Kasımında Soljenitsin, Sovyet Yazarlar Birliği ‘nden atıldı. 8 ekim 1970’te Nobel Edebiyat Ödülünü kazandı. Batı’nın tanıdığı bir ünlü isimdi artık. Ancak, Sovyet Rusya’daki pozisyonu gittikçe kötüye gidiyordu. Bir Yalancı Bahar sonrası, neredeyse resmî yazar haline getirilen Soljenitsin, savunduğu gerçeklerde ısrar etmesi sonucu istenmeyen adam haline geliyordu. Toplumdan tecrit edilmişti. Bir yalnız adamdı; ancak bir grup aydının gizli yardımlarıyla yazmasını yani hayatını sürdürüyordu. Tarihin diyalektiğine uyup, Yalancı Bahar’dan sonra gelen daha başka dondurucu bir baharın şartlarına uymayı akıl edememişti.
Tarihin diyalektiğine uymayı akıl edenler ise, her zaman bulunuyordu. Durum şuydu:
«Sovyet sanat hayatının çilekeş bir alınyazısından farkı yok. Baştan ayağa kurban. Pravda’da biçimciliğe karşı yarı buyruk, yarı inceleme bir yazı mı yayınlanıyor, yazarlar, ressamlar, rejisörler, hatta opera şarkıcıları arasında bir «nedamet» salgını akıp gidiyor; hepsi yine de ne olur ne olmaz diye biçimciliğin ne olduğunu dikkatle belirtmekten kaçınarak, geçmiş hatalarını yermeye koyuluyorlar, iş o hale geliyor ki, yetkililer bu sefer de dövünme salgınını durdurmak için yeni bir buyruk çıkarmak zorunda kalıyorlar.» (A. Soljenitsin, «Gulag Takımadaları», Nebioğlu Yayınları, İstanbul, 1974. (Pınar Dergisi, İstanbul, mart 1974, s. 27’den naklen)
Bahtsızlığın kalesinde, anlatamamanın ıstırabı. En zor olan herhalde, gerçeğin içe hapsedilmesidir. Her dakika, her saniye, beyne uzanan milyonlarca damarın vurguladığı gerçeğin dayanılmaz çağrısını duyarsınız. Ebedî bir mahkûmdur yaşama cesareti olmayan…
3. GULAG TAKIMADALARI
«2» rakamıyla başladığımız bölüme, «yazmanın bedeli olan bir hayat» demiştik. Gulag Takımadaları da, Soljenitsin’in hayatında ayrı bir eser, ayrı bir bedeldir.
«Gulag» ismi, «Sovyet Esir Kampları Merkez Idaresi»nin kısaltılmasından doğan bir isim. Soljenitsin’in esir kamplarını, topladığı belgelere dayanarak anlattığı ve Sovyetlerden sürgüne gönderilmesinde, bardağı taşıran son damla. Olaya dönersek:
1973 ağustosunda Rus Gizli Polisi, sorguya çektiği Jelisaveta Voronjaska’yı konuşturdu. Kadın, Soljenitsin’in de içinde bulunduğu muhalif aydın grubundaydı, yazarın yakın dostuydu. Muhalif aydınlar hakkında çok şey biliyordu.
Ancak insanlık dışı baskılar karşısında konuşan kadın, Gulag’ın müsveddelerinin yerini söyler ve evine döndükten sonra intihar eder. Ardından Soljenitsin’in yakın çevresinden bazıları ortadan kaybolur, bazısı tevkif edilir. Soljenitsin, batılı gazetecilere «eğer birdenbire öldürülecek olursam, güvenlik teşkilâtı tarafından öldürüldüğümden emin olabilirsiniz» der. (A.g.e., s. 25.) Sonrasını biliyoruz. Gulag’ın bedeli, yurt dışına gönderiliş. Yakın çevreden, sevdiklerinden, alışkanlıklardan kopuştur. Bir daha hiç dönmemesiye. Ama intihar eden kadın, perde gerisinde olanlar da ayrı ve acı bedellerdir.
Gulag takımadalarında ne oluyordu? Takımadalar, yani çalışma kampları hâlâ varlığını sürdürmekteydi.
Niçin Batı ile iyi ilişkiler içindeki Sovyetler, kendi çalışma kamplarını anlatan bir eserden bu kadar çekinsinlerdi?. Veya şöyle diyebiliriz. Rus toplumunun kesitini ustalıkla ortaya koyan Soljenitsin’in, çalışma kamplarını anlatmak gibi çok işlenmiş bir konu dışında orjinalitesi ne idi?
Yazarın, henüz aktüel olarak tehdidini sürdüren Sovyet yayılmasını işaretlemesi; Sovyetlerin hiç bir zaman temel amaçlarından sapma göstermeyeceğini öne sürmesi ve bunu yaşadığı hayatın yansıması sayılabilecek eserleriyle savunması, önemli ve aydınlık getirici bir yanıdır, sanırım bu konuda. Çok şeyler söylenmesine karşılık, yapılanın az olduğunu ve Sovyet yayılma arzularının doymadığını savunmaktadır yazar. (Le Monde, 27 Şubat, 1976. (Bayrak Gazetesi, 2 mart 1976, s. 4’ten naklen)
Şu an Sovyetlerde Gulag Takımadaları vardır. Orijinal olan, zamanın uyutuculuğunda, ya da menfaatlerinin entrika kıvrımlarında kalmış olanların yüzüne, «Sovyetler kesimin de yeni bir şey yok» gerçeğinin çarpılmasıdır. Yoksa, modaevlerinde orijinallik aramak gibi bir arayış saçma olur.
Yazarın, hayat akışına kaldığımız yerden, Gulag’dan devam edebiliriz.
GULAG TAKIMADALARINDAN SAHNELER
Cezaevleri: «İvanovo transit hapishanesini, 37 – 38 kışını orada geçirmiş olanlara sorun. Cezaevi, her türlü ışıktan yoksundu, ama üst kat ranzalarında boğulmamak için çıplak yatarlardı. Havasızlıktan ölmemek için hücrenin bütün camlarını kırmışlardı. Kapasitesi 20 kişi olan 21 numaralı hücrede tam 323 kişi vardı da ondan. Ranzaların altı bir gölü andırıyordu. Suyun üstüne kalaslar yerleştirilmişti. Ve tutukluların çoğu bu kalasların üzerinde yatardı. Kırık camlardan içeriye de steplerin ayazı yağardı.
Karavanalar: «Karavana kişilere değil onar kişilik gruplara dağıtılırdı. Gruptan biri ölürse diğerleri cesedi ranzaların altına saklarlardı. Ölenin hakkından mahrum kalmamak için. Ta ki, saklanan cesedin kokusu dayanılmaz hale gelene kadar.
Gardiyanlar: «Vladivostok transit hapishanesinde, 1937’nin şubatında 40.000 civarında tutuklu vardı. Yatak haşereleri, ranzaları bir ordu gibi istila etmişti. Günde tutuklulara yarım maşrapa su veriliyordu. Daha fazlası yoktu. Bir bölük Koreli vardı ki, hepsi dizanteriden kırıldılar. Bizim bölümden her sabah yüze yakın ölü çıkarırlardı. 1.500 hasta vardı cezaevinde. Gardiyanlar öylesine hırsızdılar ki, ölülerin altın dişlerini sökerlerdi. Hem sade cesetlerin değil, komaya girenlerin bile dişlerini parçalarlardı.
Milyonlarca esir: «193738 döneminde Sovyet Rusya’da 1 milyon 700 bin kişinin kurşuna dizildiği söylenir. Gulag Takımadalarından kaç kişi gelip geçmiştir? Bunu hiç bir zaman kesinlikle bilemeyeceğiz. Şurası muhakkak ki çalışma kamplarının sakinleri hiç bir zaman 12 milyondan aşağı düşmemiştir. Bir kısmı öldükçe veya öldürüldükçe yerlerini yenileri alırdı.
Bu 12 milyondan sadece yarısı bile siyasî tutuklu olsa, bu kadarı bile İsveç veya Yunanistan gibi küçük’ bir ülke, işte Gulag ülkesi budur.»
Gerçek değişmez: «Bunların hepsi yalan gibi gelir sana, inanmak istemezsin olanlara, ama gerçektir hepsi. Ateş altında kıpkırmızı olmuş bir demir çubuğa benzetilebilir yapılanlar, daha sıcağına hiç bir yerde rastlayamazsın. Kendini, inanmamak için ne kadar zorlaşan bile ortada birtakım gerçekler olduğu sürece hiç bir şey değişmeyecektir.» (Yeniden Millî Mücadele, «Soljenitsin İtham Ediyor», İstanbul, şubat 1974, s. 1 2-13 .)
Değişmeyen gerçek de, herhalde yazarın söylemek istediği — Sovyetlerde sürdürülen modern diktatörlük rejiminin sözünü çok ettiğimiz o ünlü tarihî diyalektik gereği, durmadan şekil değiştirmesi, yeni taktiklere bürünmesi, fakat amaçlarını aynı hararetle sürdürmesidir.
Bu gerçek değişmedikçe Sovyet Rusya’daki halkların hürriyetinden, insan haklarından konu açmanın imkânı olmayacaktır. Konu ancak, yeni Gulag’lardan açılabilecektir. (Nitekim, geçenlerde dünya televizyonlarında bir Sovyet aydının her nasılsa Batı’ya kaçırdığı çalışma kamplarını gösteren bir film gösterilmiştir.)
Gulag’lar var oldukça Gulag’ları her türlü imkânı kullanarak duyurmaya çalışanların da var olması tabiî sayılmalıdır.
4. SOLJENİTSİN ÜZERİNE TARTIŞMALAR
Özetlersek, Soljenitsin bir dönem Sovyet toplumunu ve toplumla sistem arasındaki çelişkiyi, yaşadığı tecrübelerin ışığında, ortaya koymaya çalışmıştır, insanoğlunun karşılaşabileceği belli başlı deneylerden savaş, hapis ve öldürücü bir hastalık kanser… Yazarın, yazdıklarına ödenen bedeli teşkil etmektedir.
Ama Soljenitsin’i yalnızca eleştirici bir realist olarak da vasıflandırmak yanlış olur.
***
Pierre Daix, 1953 1971 döneminde Aragon’un yönetmeni olduğu «Lettres Françoises»in başyazarlığını sürdürdü. Fransız Komünist Partisi’nin sözü geçen bir üyesi olmasına rağmen, İvan Denisoviç’in Hayatı ‘nda Bir Gün’ü çevirerek, Soljenitsin’in ilk olarak Batı’da tanınmasına yol açtı. Kendisinin Soljenitsin üzerine bir de incelemesi bulunmaktadır. Nouvel Observateur yazarı Claude Boeure’nin sorularına şöyle cevap veriyor 1973’te.
«Ben de sürgün cezası çekmiştim. Üstelik Sovyetler Birliği’nde toplama kamplarının bulunabileceğine inanmak istemiyordum: İşte benim gibi biri için Soljenitsin eşsiz bir yanıt (cevap) oldu. Yalnız hemen şunu sezdim. O, sadece kamplardaki olayları ele alan bir yazar değildi, her bakımdan büyük bir yazardı, yaşam ve ölümün anlamından, evrensel açıdan sosyalizmden söz ediyordu.
«Elsa Triolet, bana şöyle demişti:
«Biliyor musun Pierre, düz yazısında Rus yazarlarına özgü üstünlükler var. Proust ve Flaubert’le eş tutulabilir.»
«Çalışmam sırasında bunun bir gerçek olduğunu anladım: Soljenitsin, ancak sanatın inceliklerini bilen, deney sahibi bir yazar olabilirdi. Tolstoy, Dostoyevsky gibi büyük yazarların meydana getirdiği geleneğe bağlıydı.» (Varlık Dergisi, İstanbul, kasım 1973, s. 21.)
İlginçtir ki, Soljenitsin, Sovyet sistemini eleştiren yönüyle, Batı’daki sol aydınlar arasında yer bulur. Liberal aydınların onu savunması tabiîdir. Solcu aydınların savunmasını da, sol içindeki siyasal alana yansıyan bölünmelerle izah etmek mümkündür. Meselâ, Fransız solunun, Sovyet sistemine yönelttiği eleştirileri düşünerek. 1968 yılı Çekoslovakya olaylarında Sovyetler, Fransız solunca kınanmıştı.
Daha ilginç bir nokta da şudur: Soljenitsin, önceleri Sovyet sistemine yönelen eleştirilerinin boyutlarını genişletir, Batı ‘yi da bir eleştiri çemberine alırken, artık, solcuların gözünden de düşer. Hatta, liberal aydınların bir bölümü de ona şüpheyle bakmaya başlar. Bu, Soljenitsin’in açıkça anti marksist olmasının ortaya çıkmasıyla ilgilidir. Daha demokratik bir ortamda Sovyetlerde sürdürdüğü bıçak üstünde muhalefet yerine, daha açık yorumlar kazanır Soljenitsin.
Sanırız, iş, Soljenitsin’in Doğu ve Batı’ya yönelttiği eleştirilere gelmektedir.
5. BATI VE DOĞU ÜZERİNE YORUMLARI.
Aklın yolu birdir. Gerçekler, gören gözler önünde değişmezdir. Bu çok kullanılan klasik sözlerden sonra, şöyle bir soruyu düşünelim. Eski ve üzerinde çokça düşünülmüş bir soru bu.
Acaba, 2. Dünya Savaşı’nda Batı, neden Sovyetlerin güçlendirilmesi yönünde hareket eder?
Bir zorunluluk mu vardır?
Soljenitsin, için soru şöyle:
«Kendi ülkelerinde Roosvelt ve Churchill, devlet işlerinde parlak zekâ ile övünürler. Rus hapishanelerindeki bizler ise, ikisinin ne kadar dar görüşlü ve aptal olduklarını tartışır dururduk. Aptallıkları öylesine barizdi ki! Nasıl olurdu da Doğu Avrupa’nın özgürlüğü konusunda bazı garantiler sağlamayı başaramazlardı. İleride kendilerinin, Achille’nin (bir mitoloji kahramanı) topuğu gibi en zayıf noktaları olacak Berlin Bölgesi için Saksonya ve Thuringia’nın geniş bölgelerini nasıl feda ederlerdi?» (Yeniden Millî Mücadele, şubat 1974, s. 12-13.)
Soljenitsin’in sorusunun kaynaklandığı nokta şudur. Komünizm, hür dünya için bir tehlikedir. Tehlike olduğuna göre, nasıl olur da tehlikenin gelip Avrupa’nın en stratejik bölgelerine çöreklenmesine imkân verilir. Hem de kendilerini hürriyetin savunucusu olarak ilân eden güçler tarafından.
***
Olaya, çeşitli bakış açılarından —meselâ Amerika’nın zayıf bir Avrupa istemesi açısından— bakılabilir. Büyük savaşlar sonrası iyice güçlenen Batı’nın iç yapısındaki etkin güç Yahudilik bakımından bir yorum getirilebilir. Ama, «Aptallık» bir çözüm olamaz. Ancak, aradaki paradoksu vurgulamak isteyen yazarın ustalığı…
Görülüyor ki, Soljenitsin de, 2. Dünya Savaşının sonuçları üzerinde düşünmek, yorum getirmek mecburiyetini duymuştur. Çünkü bu büyük olay, Sovyetleri dünya arenasına yeni bir güç olarak sunarken, İngiltere gibi eskinin gölgesine büzülen devleri aradan çıkarıyordu. Bir başlangıç noktası, yakın tarihin. Başlangıç ise, sonuçları anlamak bakımından önem taşır.
Soljenitsin’in bu temel soruya yaklaşımlarına dönersek…
Batı’nın azalan mukavemeti:
«Elli yıl boyunca kazanılan bir tek büyük savaş sayesinde, harap olmuş ve dağınık bir memleket yerinde dünyanın önünde titrediği bir süper devlet olmuştur… ikinci Dünya Savaşı sonunda Stalin, hiç bir güçlüğe uğramadan —belki kendisi bile buna şaşırmıştır— Roosvelt ve Churchill’i atlatarak, Avrupa ve Asya’dan istediklerini aldığı gibi…
«Sovyet diplomasisinin son yıllardaki başarılarının da Stalin’in başarılarından daha önemsiz olmadığını kabul etmek gerekir. Gerçekten Batı dünyası elle tutulur yekpare bir kuvvet olmak ve Sovyetler Birliğine karşı koymak niteliğini kaybetmiştir.» (A. Soljenitsin, «Sovyet Liderlerine Açık Mektup», Nebioğlu Yayınları, İstanbul, 1974, s. 11. 19)
Batı pragmatizmi:
«Hayatının büyük bir bölümünü Batı’da geçiren ve Batı’yı Rusya’dan daha iyi bilen Lenin, her zaman Batılı kapitalistlerin Sovyet ekonomisini kalkındırmak için ellerinden geleni yapacağını söyler ve şöyle derdi: «Mallarını bize en ucuz ve en çabuk satmak için aralarında mücadele edeceklerdir.
«Lenin, Moskova’da yapılan parti toplantılarının güç anlarında şöyle derdi: ‘Arkadaşlar durum bizim için zor olduğu zaman endişeye kapılmayın. Burjuvaziye bir ip veririz ve bu iple kendini asar.» (Yeniden Millî Mücadele, ağustos, 1975, s. 11.)
***
Biz, şöyle diyebiliriz, yaşanan olayların ışığında. Emperyalizm, hadi, Marks’ın dediği ve Lenin’in kapitalizmin iğrenç kâr anlayışını gözler önüne seren sözlerinde ifade ettiği üzere —kaçınılmaz bir kader gibi— kendi boynunu ipe uzatsın. Ya, Sovyetlerin siyasî arenaya çıkmasında etkili olduğu Çin için nasıl bir izah bulunacaktır. Tabiî kurallar ve partinin savunduğu o gerçek dışına taşılmadan…
«Çan Kay Şek’e karşı Mao TseTung’u büyütmüş ve kendisine atom yarışında yardım etmiş bulunuyoruz. Acaba Araplara karşı böyle bir başarısızlığa uğramayacak mıyız?
«İki komünist süper devletin arasında çıkabilecek ve insanlık tarihinin en kanlı ve gaddar savaşı olabilecek kanlı savaşı görmekten Tanrı bizi korusun.» (A. Soljenitsin, a.g.e., s. 1246.)
Demek ki, emperyalist, insanı tanımlayamayan yarım anlayışlar emperyalist güçlerin doğmasına yol açıyorlar. Batı, 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren en zor anında kan verdiği, Sovyet rejimiyle olan çelişkisini de gizleyemez bir durumda. Sovyetlerin ise semizleştirdiği, Çin ile çelişkisi ortada. Ve Soljenitsin, haklı olarak bu zincirleme yeni düşman düşler doğuran anlayışların sonundan endişe duyuyor.
«MEDENİYET ÇIKMAZI»
«Bizi bugün bekleyen Batı dünyası ile benzeşme değil, her ikisi de tam bir çıkmaz da olduğu için, Batının ve Doğu’nun tam bir yenilenmesi ve yeniden kuruluşudur.
«İnsanlığın varlığını ve özellikle milyonlarca insanın birleşmesinden meydana gelen toplumu izah etme çabasındaki ekonomik ve mekanik kabalığı hayret uyandırmaktadır.
«Bazılarını kişisel çıkarları, diğerlerinin kör olmaları ve nihayet bir kısmının inanma ihtirası, böylesine rezil olmuş ve iflâs etmiş bir öğreti olan marksizmin bugün bile Batı’da bu kadar izleyicisi bulunmasındaki 20. yüzyılın meş’um istihzasını açıklayabilir. Bizde bu takipçilerden az kalmıştır. Ne var ki bu öğretinin tadını bilenler, istemeye istemeye, korku belâsı numara yapmaktadırlar.» (A.g.e., s. 22-47.)
Sonuçlar :
Analitik olarak, hayat akışı içinde kısaca izlemeye çalıştığımız Soljenitsin ile ilgili beliren sonuçları, şu şekilde toplayabiliriz.
1. Soljenitsin, marksist değildir.
2. Yumuşatıcı yaklaşımlar umduğu Batı’da beklediğini bulamamıştır. Batı’nın Sovyetler karşısında pragmatik davranışlarından yakınmaktadır.
3. Batı ve Doğu’nun içinde bulunduğu çelişkiler, yazarı, henüz nasıl ve ne şekilde olacağının açık cevabını bulamadığı bir yeniden kuruluş özlemine vardırmaktadır.
4. Sürdürdüğü mücadelesindeki tavizsizliği ile gerçek aydınlara has bir davranış silsilesi içindedir.
5. Olaylara bakışı, evrenseldir; Batı hümanizmasından kaynaklanan, fakat yer yer onu aşan ve Hıristiyanlıkta düğümlenen bir anlayış.
6. Büyük romancılar geleneğine bağlı, romanı ahlâk sınırları içinde sürdüren, yalnız eleştirici bir realist değil, aynı zamanda eskinin dev romancılarıyla kıyaslandırılabilen bir yazardır.
6. SOLJENİTSİN’İN BATI’YA ÇAĞRISI İÇİN…
Sinsiliğin, çıkarın, acının, açlığın, korkaklığın, bencilliğin, ikiyüzlülüğün, açgözlülüğün, sömürünün kol gezdiği bir dünya ve bu dünya önünde insan.
İnsan, seyirci değildir, çünkü seyirci kalmak yaşamanın yerine geçmez Jaupers’in dediği gibi. Yazar da yaşadığının delilini, toplumunun içinde bulunduğu yanlışları ortaya koyarak, toplumu yanlışlardan kurtarmaya çalışarak gösterir.
Yalnız, toplumlar içinde değil, toplumların ortak evrensel değerleri üzerindeki bulutların kaldırılmasına da çalışılmalıdır. Milletlerin bağımsızlığı da, savunulacak evrensel değerlerden biridir çağımızda.
«Laos’ta, Çin’de, Angola’da özgürlük kayboldu. Müstebitler, gangsterler, kuklalar iktidara geldiler. Ve siz (Batı), pragmatik felsefe ile, ‘zarar yok, onları tanımak zorundayız’ diyorsunuz. Fakat, özgürlük bir bütündür. Ve insanların ona karşı bir ahlâkî tavır takınması gerekir.» (Yeniden Millî Mücadele, mart, 1976, s. s. 8.)
Diyor, Soljenitsin.
Burada ve diğer Batı’ya çağrılarında bir serzeniş var Batı’ya karşı. Bazı olaylar bilinse de, yaşandığında başka tepkilere yol açarlar. Bu yaşamakla bilmenin farkıdır, denilebilir. Karanlıklar içindeki bir sistemde ümit bulamayan yazarın, bütün vasıflarına rağmen bir şifa umudunu yönelttiği Batı’ya karşı serzenişi. Ya da uyarısı. Çünkü görünürde, ya da onun gözünde özlediklerini gerçekleştirecek, bir yeniden kuruluşu inşa edecek güçler ancak Batı’nın içinde bulunmaktadır.
Fakat şu gerçeği de gözden ırak tutmamak gerekir. Her devirde, yanlışları, güçsüzlükleri ortaya çıkan, —en azından aydınlar planında ortaya çıkan— anlayışları sekteye uğratmak ve yeni bir kuruluşu gerçekleştirmek üzere inanmış ve denenmiş bir insan grubu her zaman bulunmuştur.
Ancak, «ol» ve «öl» düsturuyla Mefisto ile masaya oturan Tanrı katında ebedîlik yerine gençliğin kalıcılığını seçen ihtiyar Faust; evrenin içinde çıkar yol bulamayan «abes» arayıcısı Camus ve insanı entellektüel bir muamma olarak tanımlayan Sartre’ın anlayışlarını barındıran Batı içinde Soljenitsin, rezilâne bir hayat yaşamaktansa ölmek yeğdir» (The Daily Teiegraph, 2 mart 1976, Soljenitsin’in BBC’de yaptığı konuşmadan.) sözüyle gerçekçi ve günümüzdeki yeni bir boyuttur.
Yüzyılımızda Batı, bir hesap verme durumundadır. Asya ve Afrika’da varlığını sürdürmeye çalışırken, kendi aydınları tarafından da sorguya çekilmenin azabını yaşamaktadır. Pürüzsüz, sömürüsüz ne bir tarih anlayışı ne de bir insan anlayışı bulunmaktadır. Daha demokratik bir ortamda, eleştirilerini sürdürme imkânına sahip olan Soljenitsin, pürüzsüz, ürpermeden bakabileceği bir yakın tarihi bile bulamamanın sıkıntısını yaşamaktadır. Ne Sovyetler, ne diğerleri…
Soljenitsin’in gerçeği arayışına, ve komünizm amaçlarını değil; ancak taktiklerini değiştirir temasından yola çıkarak Batı’yı uyarmasına biz de katılıyoruz. Vicdanın sesi vicdanlarda yankılanır gerçeğinin ışığında…
Şöyle bağlayabiliriz:
«Sıranın en önünde yürüyen «kayboldum» diye bağırıyorsa, bizim de muhakkak o noktaya kadar yürümemiz ve ancak ondan sonra yolumuzu değiştirmemiz gerekmez.» (A. Soljenitsin, a.g.e., s. 26.)
BATIYI UYARIYORUM- SOLJENİTSİN
Batının ve bilhassa İngiltere’nin bugünkü durumu hakkında konuşmak için bir yabancı sürgündeki Rus’u davet ettiği için BBC’ye çok teşekkür ederim.
Sizleri hiç bir şekilde ne memnun etmek, ne de methetmek için konuşmayacağım. Samimî tarzda konuşmaya çaIışacağım. Çeyrek yüzyıl önce Kazakistan işçi kamplarında komünist tankların ilerlemesine mani elmaya çalıştığımız sıralarda Batı, bizim İçin hürriyet ışığı idi. Bizim için Batı sadece ruhun kalesi değil, aynı zamanda aklın deposu idi.
O yıllarda sizin bakanlarınızdan Herbert Morrison nasıl olduysa Pravda’yı kendi konuşmasını bir sayfa aynen vermesi için kandırmıştı. Allah’ım gazetenin teşhir edildiği yere nasıl koşmuştuk, hepimizin kafası kazınmış, kalın ceketlerimiz ve ayaklarımızda mahkûm postalları vardı.
Evet nihayet bizim yeraltı krallığımız elmas gibi kıymetli gerçeğin ve ümidin ışıkları ile delinmişti. En sonunda kırk yıl sonra, sansürün sıkılmış dişleri biraz olsun aralanmıştı. Sansür nihayet bizim için çalışmıştı, Fakat biz zayıf yazıyı okuyunca, ümitlerimiz eridi yek oldu. Konuşmalar Komünizmin vahşi yapısı ve hedefleri hakkında hiç bir fikri olmayan kimsenin yüzeysel konuşmalarıydı. Ve işte bu yüzden Pravda bunları büyük bir cömertlikle basmıştı. Biz kırk yıllık cehennem hayatına katlanmıştık ve bu İngiliz bakanının bize ümit verecek hiç bir kelimesi yoktu.
Seneler, yıllar geçti. Aradaki demirperdeye rağmen, çok şükür BBC’nin Rusça yayınları Batı’da neler olup bittiğini, halkın nasıl düşündüğünü her halükârda bize ulaştırdı. Batı hakkındaki bilgilerimiz arttıkça, sizin dünyanızın durumu aklımızı iyice karıştırdı.
insanın yapısı muammalar ve tezatlarla doludur. İnsanın bu kompleks yapısı sanatı oluşturur ve sanat yoluyla insan, daha basit formüller, açık çözümler, basitleştirilmiş cevaplar arar.
Bu muammalardan birisi de şudur: Köleliğin ağırlığı altında ezilmiş, çukurun tabanına atılmış insanlar, acaba nasıl olur da ayağa kalkıp, kendilerini kurtarma gücünü önce ruhlarında daha sonra bedenlerinde bulurlar da, hürriyetin bütün nimetlerini tatmış olanlar, nasıl olup da aniden hürriyetin zevkini kaybedip, hürriyeti savunma arzusunu yitirip, ümitsiz bir şekilde kendilerini kaybedip, esareti özlemeye başlarlar? Ve gene yarım asır boyunca yalanları kabul etmesi için zorlanan bir toplum, nasıl oluyor da hadiselerin doğru izahlarını bulabiliyor, kendi içinde gerçeğin bir kısmını hissedebiliyor da her çeşit haberleşmenin serbest olduğu bir toplum kendi kendini kandırmaya, aniden gerçekleri görmeye başlıyor?
Batı ve Doğu’nun ruhî gelişmeleri arasındaki karşılıklı münasebet tıpkı yukarda ifade ettiğim şekildedir. Ve işin garip tarafı, sizin gelişmenizin hızı bizimkinden 10 kere değilse bile 5 kez daha fazladır. Evrensel bir felâketten insanlığın kurtulabileceği ümidini yıkan da budur. Senelerce biz buna inanmaya çalıştık. Batı hakkındaki bilgimiz yeteri kadar olmadığından Batı’yı kafamızda şekillendiriyorduk. Birkaç yıl önce
Nobel konuşmamda bu duruma dikkatleri çekmek istemiştim.
Batıya kendim gelmemiş ve iki yılımı etrafımı incelemekle geçirmemiş olsaydım, dünyanın durumu karşısında Batı’nın bu kadar kendini isteyerek kör edebileceğini, Batı’nın bu kadar isteksiz bir hale gelebileceğini karşılaştığı tehlikelere rağmen bu kadar umursamaz olabileceğini hiç tahmin edemezdim.
Bir Alman atasözü var «Cesaret kayboldu mu her şey biter» diye. Bir Latin atasözü de şöyle: «Aklın kaybolması yıkımın müjdesidir». Fakat her ikisini de (aklı ve cesareti) kaybeden topluma ne olur? Batının bugünkü durumunu ben işte böyle görüyorum.
MATERYALİZMİN DURUMU
Materyalizmin aşırılıkları, Katolikliğin daha önceki aşırılıkları ile açıklanarak geçiştirildi. Fakat birkaç asır içinde, bu felsefe Batı’ya tamamen hâkim oldu ve Batı’yı güvenle koloniler kurmağa, Asya’da, Afrika’da esirler bulmağa itti. Bu sıralarda Avrupa’da Hıristiyanlık genişlemeye, kişisel hürriyet de çiçek açmaya başlamıştı. 20. yüzyılın başlarında bu felsefenin, medeniyetin ve mantığın en üst noktalarına ulaştığı görülüyordu. Ve sizin memleketiniz, Büyük Britanya, bu medeniyetin, hem de en kötü taraflarıyla canlandığı yer oldu.
1914’te şanssız yüzyılımızın başlangıcında, bu medeniyetin üstünde bir fırtına koptu; bir fırtına ki, genişliğini ve etkisini zamanında kimse tahmin edemedi. Tem dört yıl, Batı kendini, o zamana dek görülmemiş bir saflıkta aldattı. Ve 1917’de Avrupa’nın hemen kenarında büyük bir çukur açıldı; bir çukur ki, gittikçe genişleyen ve dünyayı cehenneme çevirecek bir cinsten.
Meydana gelen bu çukurun sebeplerini bulmak o kadar zor değildir. Avrupa’da yüzyıllardır öğretile gelen ve bu zaman zarfında oldukça büyük başarılar da kazanan doktrinlerin mantıkî bir sonucudur bu çukur. Fakat bu çukurun kozmik bir tarafı da vardır. Kazılmamış tahmin edilememiş derinliklerinde, devamlı büyümeye ve daha fazla insan yutmaya müsait bir kapasiteye sahiptir bu çukur.
Kırk yıl önce Dostoyevski, sosyalizmin Rusya’ya 100 milyon insana mal olacağını tahmin etmişti. O sıralarda bu olması imkânsız bir rakam olarak gösterilmişti. Müsaadenizle, İngiliz basınına tanınmış bir Rus istatistikçisi olan Prof. İvan Kurganov’un tarafsız bir şekilde ele alınmış raporunu salık vereyim. Bu rapor Batı’da, 12 yıl evvel basılmıştır, fakat hemen bütün sosyal meselelerde olduğu gibi, sadece duygularımıza uygun düşen şeylere dikkat ederiz. Profesör Kurganov’un analizinden öğrendiğimize göre, Dostoyevski yanılmıştır ama, az tahmin ettiği için yanılmıştır,. 1917 1959 yılları arasında, sosyalizm Rusya’da tam 110 milyon kişinin hayatına mal olmuştur.
ÖLDÜRÜCÜ ÇÖKÜNTÜ
Jeolojik bir hareket olduğu zaman, kıtalar hemen denize çökmezler. İlk önce meydana gelecek şey, şurada veya burada öldürücü çöküntülerin meydana çıkması, çukurların açılmasıdır. Birtakım sebepler yüzünden, bu çöküntü, bu göçme Rusya’da meydana geldi. Ama bir başka yerde de meydana gelebilirdi.
O zamanlar geri bir ülke olan Rusya, bir yüzyıl olmadan çok ileri adımlar attı ve kendisinden ileride olan ülkelerin bir kısmını geride bıraktı. Fakat, biz Rusya’da yaşayanlar, bu dönem içinde insanlık dışı tecrübelerden geçtik, öyle tecrübeler ki, İngiltere de dahil olmak üzere bütün Batı aleminin böyle bir hayatı yaşamak şöyle dursun, düşünmekten bile korktuğu bir nitelikte.
Bugün Sovyetler Birliği’nden Batı’ya gelen bizler, Batı’ya çok değişik bir duyguyla bakmaktayız. Sanki ne aynı gezegen üzerinde, ne de aynı çağ içinde yaşıyormuşuz gibi. Buna rağmen, Batının geleceğini düşünüyoruz, çünkü 70 yıl önce bizim yaşadıklarımızın burada da tekrarlandığını görüyoruz. Gördüğümüz ne? Gördüğümüz, o zamanlarda neler oluyorsa bugün de aynı şeylerin tekrarlandığıdır. Çocuklarının düşüncelerine boyun eğen büyükler, değişik fakat değersiz düşünceler içinde eriyip giden genç nesiller, moda dışı kalmaktan korkan profesörler, o kadar emin olarak söylediklerinden bile mesul tutulmak istemeyen gazeteciler, devrimci aşırı uçlara karşı duyulan bir sempati, ciddî olarak bu durumlara karşı çıkan ve fakat, seslerini duyurtmayan kimseler, hüküm giymişçesine suskun bir çoğunluk, zayıf hükümetler, kendilerini koruyacak mekanizmaları felç olmuş toplumlar, politik ayaklanmalara yol açan ruhî dengesizlikler… Bütün bunların sonucunun ne olacağı bizler tarafından biliniyor. Zaman yakın; hatıralarımız bize bu sonun ne olacağını söyleyebiliyor.
BATI’NIN YANLIŞLIĞI
1917 evrensel ayaklanmasını takibeden yıllarda, bugünün Avrupa’sının üstünde bittiği, ahlâkî kararlar almayı reddeden o doğmatik felsefe, mantıkî sonucuna ulaştı: Bizim üstümüzde ahlâkî güçler olmadığına göre, ve BEN —büyük harflerle BEN— bu evrenin şahı olduğuma göre, bana bir şey olmasın da kime ne olursa olsun; benim kendi kişiliğime ve bana yakın olanlara bir şey olmasın. Sonuç buydu.
Rusya denilen topraklar üzerinde, Avrupa’nın büyük savaştan sonra kendi zenginliğini düşünmeye başladığı sıralarda, kaderimizi tayin edecek ölüm fırtınaları esmeğe başlamıştı. Batı Avrupa kendi zenginliğini, modayı ve modaya en uygun dansları düşünürken Lloyd George aynen şunları söylüyordu: «Rusya’yı unutun; bizim işimiz kendi toplumumuzun refahıdır.»
1914’te Batı demokrasileri yardıma muhtaçken, Rusya’yı yardıma çağırmaktan çekinmemişlerdi. Fakat 1919’da, tam üç yıl Rusya’nın kaynaklarını sonuna kadar kullanmış olan Marne’i, Somme’u, Verdün’ü kurtarmağa yardım etmiş olan Rus generalleri bırakınız askerî yardımı, müttefiklikten bile yoksun bıraktırılmışlardı. Batılı dostlarınca! Birçok Rus askeri Fransa topraklarına gömüldü. İstanbul’a giden diğerlerinden tayinleri, azıkları için bile para istendi. Paraları olmadığı için de iç çamaşırları bile alındı. Sonra da, Rusya’ya geri dönmek için kandırıldılar, ya Bolşevikler tarafından halledilmek ya da Brezilya’da kahve işletmelerinde çalıştırılmak üzere Rusya’ya gönderildiler. Böylesine hareketlere çoğunlukla çok doğru hatta harikulade görünen sebepler bulunmuştur. 1919’da hiç kimse açıkça «sizin acılarınızdan bize ne» demedi. Onun yerine şöyle demeyi tercih ettiler: «Halkların isteği karşısında, bir hükümdar desteklenmez, müttefiğimiz bile olsa!» Ama 1945’te milyonlarca Sovyet vatandaşı Gulag takım adalarına gönderildiği zaman, bu sebep işlerine geldiği gibi yorumlandı. Bu sefer de şöyle denildi: «Bu milyonların isteklerini yerine getirmemize hakkımız yok» görüyorsunuz, bir egoizm uygun bir formülle nasıl ört bas ediliyor.
Fakat bunlardan daha da asıl sebepler de gösterilmişti: Rusya’da olup biten, 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa’da olanların devamıydı. Rusya’da liberalizmden sosyalizme geçiş dönemi yaşanıyordu ve bu normaldi! Fikirlerin böylesine evrensel bir gerçeklikle birbirini takip etmesi, yani, sosyalizmin liberalizmin normal sonucu olması, İnsanların bu duruma hayran kalmasına yol açıyordu. Dolayısıyla toplumdaki bütün hareketli, tesirli güçler, —bilhassa İngiltere’de— «Rusya’daki beklenmedik ilerici hayranlıkla seyrediyorlardı. Biz ise bu sırada Gulag’ın kanserli ahtapot kollarında boğuluyorduk. Bu sırada milyonlarca yorgun köylü kışın ortasında Sibirya’ya ölüme gönderiliyordu. Yine bu sırada, sizin yaşadığınız yerlerden pek uzakta değil. Ukrayna ve Kuban’da 6 milyon köylü açlıktan öldü; hem de barış zamanında. Açlık yuttu onları, can çekişerek öldüler.
Ve bir tek Batı gazetesi bile bu olay hakkında ayrıntılı haber verip, bir tek fotoğraf yayınlamadı. Hatta büyük nükteciniz Bernard Shaw, «Rusya’da açlık mı» dedi. «Sovyet sınırını geçtikten sonra yediğim yemekleri hiç bir yerde yemedim.» Onlarca yıl liderleriniz, parlamenterleriniz, hatipleriniz, gazetecileriniz, yazarlarınız, düşünürleriniz 15 milyon kişilik Gulag Takımadalarını görmemeyi başarabildiler. Avrupa’da benimkilerden evvel, Gulag hakkında 30’a yakın kitap basıldı ama farkedilmediler bile”
Bir sınır vardır bayanlar baylar, ki bu sınırın* ötesinde «ilerici prensiplerin», «yeni çağların» tabiî sebepleri, bilerek yapılan riyakârlık iki yüzlülüğe dönüşür; çünkü hayat böylelikle daha rahat yaşanır.
Buna rağmen, bu durumda son yüzyılda bir büyüklük var, bu da Adolf Hitler’le olan mücadeleniz. İngiltere dogmatik felsefeyi bir kenara itti. Bu felsefe bir memleketin başında gangster veya kuklalar grubunun geçmesini kabullenebilen bir felsefedir. Britanya Hitler karşısında ahlâkî bir vaziyet kazandı.
Ahlâka inanmak, politikada bile, ruhumuzu korur; bazen gördüğümüz gibi yaşantımızı da garanti altına alır. Böyle bir ahlâkî vaziyet, ne kadar iyi şekilde hesaplanmış doğmatik fikirlerden daha uzun ömürlü olmaktadır.
İNGİLİZLERİN İHANETİ
Hitler ile olan savaşınız, Aristotelyen bir mantık çerçevesinde trajik değildi. Fedakârlıklarınız, acılarınız ve kayıplarınız boşa çıkmamıştı; savaşın amacına ters düşmemişlerdi. Savunduğumuz —hem de başarıyla savunduğunuz— şeyleri, zaten savunmak istemiştiniz. Fakat, SSCB’deki insanlar için bu savaş trajik bir savaştı. Anavatanımızı zorla savunmuştuk. Elimizden geldiğince savunduk, (Kurganov’un verdiği rakamlar tartışma götürmez; 44 milyon kişiyi kaybettik) fakat, savunurken, en nefret ettiğimiz şeyleri de güçlendirmiştik —bizi zindanlara yollayanların gücünü artırdık, kendi mahvımızı hazırladık.— Yalnız kendimizin değil, sizin de bugün gördüğünüz gibi, sizin de sonunuzu hazırladık.
Ve milyonlarca Sovyet vatandaşı despotlarından kaçarken hatta millî bağımsızlık savaşları vermeye çalışırken, siz hürriyetsever Batılı müttefiklerimiz —ve siz İngiltere— ne yaptınız? Onların ellerinden haince silâhlarını aldınız ve öldürülmeleri için komünistlere gerisin geriye yolladınız; iste bu adamlar Urallar’a maden çıkarma kamplarına gönderildiler ve uranyum çıkardılar, size karşı kullanılacak atom bombaları için.
BASIN SUİKASTI
Ve Birinci Dünya Savaşı’nda sizin müttefikleriniz olan 70 yaşındaki ihtiyarlara dipçiklerle vurup onları ölüme gönderdiniz. Sadece Britanya adalarında yüzbin Sovyet vatandaşı zorla yurt dışına çıkarıldı. Kıta Avrupası’nda ise bu sayı bir milyondan fazlaydı. Fakat asıl dikkat çekici olan husus, sizin hür, bağımsız, büyük basınınızın meşhur TIMES’ın, GUARDIAN’ın, NEW STATESMAN’in ve banların dışında kalan diğerlerinin bu duruma nasıl suskun kaldıklarıdır. Amerikalı profesör Einstein, demokrasilerin de nasıl faşist taktikleri uygulayabileceğini araştırmasaydı, bugün de susarlardı. İngiliz basınının yaptığı bu suikast çok başarılı olmuştur. Hakikaten, bugün çoğunluğumuzun
İkinci Dünya Savaşı sonunda işlenmiş olan bu cinayetten haberi yoktur. Ama bu katliam işlendi ve Rusya’nın hatırasında derin ve acılı bir iz bıraktı.
İki defa Batı Avrupa’da hürriyetin kurtarılmasına yardımcı olduk. İlk defa siz bizi esarete iterek borcunuzu ödediniz. Ne istediğiniz çok bellidir. Bir defa daha bunu hain savaştan kendinizi kurtarıp, dinlenmek, zengin ölmek istediniz. Fakat, bunun için ödenecek bir bedel vardı. Ve o asil felsefeniz bir defa daha birçok şeye gözlerinizi yummanızı sağladı. Milletlerin Sibirya’ya sürülmesine, Katyn ve Varşoya katliamlarına —halbuki bu savaş memleketi korumak için çıkmıştı— hep göz yumdunuz; Estonya, Latvia ve Litvanya unutulmamalıydı; 6 Avrupalı kardeş devleti esarete terk etmemeliydiniz. Ve bir yedincisinin de ikiye bölünmesine rıza göstermemeliydiniz; Nüremberg’te en az sorgu görenler kadar katil olan hakimlerle yanyana oturdunuz ve bütün bunlar, o İngiliz Adalet hissinizi harekete geçiremedi. Ne zaman yeni bir tiranlık ortaya çıkmışsa, ne kadar uzakta olursa olsun —meselâ Çin’de ya da Laos’ta— ilk tanıyan hep İngiltere oldu. Bu şerefi kimseye bırakmadı.
Bütün bunlar büyük bir ahlâkî sorumluluk gerektirirdi ve siz bunu bulmakta gecikmediniz. Bütün yapılacak iş, o sihirli formülü tekrarlayıp durmaktı: «Yeni bir çağın başlangıcı». Hep bunu fısıldadınız, bunu bağırdınız. Ve nihayet bıkıp da, dünya önünde itibarınızı tekrar yükseltmek, kendinize olan saygınızı yitirmemek isteyince, İzlanda ve İspanya gibi size cevap bile veremiyecek ülkeler karşısında değerinizi gösterdiniz.
MİLYONLARCA İNSAN ÖLDÜRÜLÜRKEN İNGİLTERE NEREDEYDİ?
Doğu Berlin’de, Prag’ta, Budapeşte’de tanklar, «halkın İsteği» üzerine orada bulunduklarını söylerken, bir defa olsun İngiliz hükümetleri protesto için elçilerini geri çağırmadılar. Güney Doğu Avrupa’da bilinmeyen miktarlarda esir öldürülürken ve hâlâ da gizli gizli öldürülmeğe devam ederken, bir tek İngiliz elçisi geri çağırılmadı. Sovyetler Birliği’nde her gün psikiyatristler enjeksiyon şırıngalarıyla istendiği gibi düşünmedikleri ya da Allah’a inandıkları için insanları öldürüyorlar, ve yine bir tek İngiliz sefiri geri çekilmiyor. Fakat beş tane terörist —cinayeti işlemiş kişiler— Madrit’te idam edilirken, İngiliz sefiri geri çağırılıyor ve bütün dünyada bunun gürültüsü ve patırtısı yapılıyor. İngiliz adalarından nasıl bir yaygara koparılıyor.
Protestonuz büyük bir kızgınlıkla yapılmalı fakat dikkat edilmeli ki, yaptığınız iş çağın ruhuna uygun düşsün ve protesto yapan başkanlara bir halel gelmesin. Eğer şu İngiliz şüpheciliğini bir defa olsun kullansanız ve kendinizi Doğu Avrupa’nın esir insanlarının yerine koysanız, bizim halimizi kendi gözlerinizle görürsünüz.
AYDINLARIN ZAVALLILIĞI
İspanya’nın başbakanı öldürülür, kültürlü Avrupalı bu işe hayran kalır. İspanyol polisleri —hatta, kuaförleri— öldürülür, Avrupalılar zevkten dörtköşe olurlar. Sanki kendi polisleri beynelmilel terörizme karşı sigortalıymışlar gibi.
Havaalanına gitmekte olan bir tek aile gösteremezsiniz ki, bir terörist tarafından şunun veya bunun «hürriyeti» için kaçırılmayacağından, öldürülmeyeceğinden emin olsun. Yolun sonuna sağ salim varacağından kimse emin olamaz. Fakat teröristler emin olabilirler. Kamuoyu garanti etmektedir ki, HAYATLARI kurtarılacaktır, DÂVÂ’ları duyurulacaktır ve kendileri başka teröristler gelip kendilerini kurtarıncaya kadar emin ellerde olacaklardır, işte, hakikaten teröristleri koruyacak bir toplum! Rusya düşmeden evvel de orada böyle bir toplum vardı. Biz de bu öldürücü yoldan geçtik.
ÇUKUR DURMADAN GENİŞLİYOR
Bu sırada ise, o muazzam çukur gittikçe genişlemektedir. Hatta dünyanın en uzak noktalarına kadar yayılmaktadır. Dünyanın en kalabalık üikesi bu çukurun içine tamamen girmiştir. Kürtler, Kuzey Abissinialılar, Somalililer, Angolalılar ve daha birçokları da bu çukurun içine girmişlerdir. Bütün bunlar olup biterken, hürriyet aşığı İngilizlerin kılı kıpırdamamaktadır, bu küçük (!) olaylar karşısında. Bugün dahi: Ama cehennem oradadır, hemen ayağınızın yanında. Bugün bile o güzel odalarınızın ikiye bölünebileceğini, o çukurun içinde yuvarlanıp gidebileceğini ne yazık ki düşünmüyorsunuz. Bu çukura itilmek için her yıl birkaç ülke çekiliyor ve bütün dünya da bunu elini kolunu bağlayıp seyrediyor.
Okyanuslara bile el konuyor. Siz İngilizlere denizin ne demek olduğunu, ne işe yarayacağını söylemeye gerek var mı? Ya Avrupa’ya ne demeli? O sadece karton bir dekordur ve daha ne kadar kısıntı yapabileceğini tartışmaktadır kendi arasında. Yıllarca insanlığa lider olmaya hazırlanmış Avrupa (!), kendi kendine kuvvetini ve dünya olaylarındaki etkisini terk etmektedir sadece fizikî gücünü değil, entellektüel gücünü de kaybetmektedir.
AVRUPA TÜKENİYOR MU?
Dinamik kararlar, etkin hareketler şimdi Avrupa dışında büyümeye başlamıştır. Bütün bunlar ne kadar acayip. Ne zamandan beri büyük Avrupa’nın kendini korumak için dış yardıma ihtiyacı var. Bir zamanlar öylesine güçlüydü ki, kendi arasında savaşırken, kendi kendini mahvederken bile, dışarıda koloniler kurmaya gidebiliyordu. Şimdi ise birdenbire kendisini ümitsizcesine zayıf görüyor, hem de bir savaş bile kaybetmeksizin.
İnsan gözünden ne kadar saklanmış olursa olsun, pratik bir akıl için ne kadar beklenmeyen bir şey olarak addedilmiş olursa olsun, başkalarına yaptığımız kötülükle, birdenbire bizim karşımıza çıkan kötülükler arasında direkt bir bağlantı vardır. Pragmatistler bu bağlantıyı tabiî bir etki tepki mekanizması olarak açıklayacaklardır, fakat, dinî düşüncelere biraz tutkun olanlar ise, derhal günah ile ceza arasındaki ilişkiyi göreceklerdir. Bu her memleketin tarihinde görülebilir. Bugünün nesli, babalarının ve büyükbabalarının başarısızlıklarının bedelini ödüyorlar. Babaları dünyanın matemine gözlerini kapamışlardı, dünyanın felâketini, zavallılıklarını, sefaletini görmezlikten gelmişlerdi.
SATHÎ ANALİZLER
Gazeteleriniz gelenekleriyle çok meşhur olabilirler, fakat yine de utanç verici derecede sathî ve ileri görüşsüz yazılar yayınlamaktadırlar. En liberal gazeteniz, Rusya’daki ruhsal dejenerasyonu uçmaya çalışan domuzlara benzetirse buna ne denir? Bu sadece benim insanlarıma karşı işlenen bir günah değildir. Bu aynı zamanda, dünyanın her yerindeki ruhsal dejenerasyona yapılmış müşkülpesent bir hürmetsizliktir, münasebetsizliktir; çünkü doğrudan doğruya ekonomiden çıkmayan ve ahlâkî değerlere bağlı kalan hareketleri reddetmektedir. 400 yıllık materyalizmin şerefsiz sonudur bu!
SOSYALİZM BÜYÜSÜ
Zamanımız düşüncesinin çöküşü, o sis içindeki sosyalizm hayaleti tarafından hızlandırılmıştır. Sosyalizm insanların adalet üzerindeki hayallerin ateşini bastırdı. Sosyalizm insanların vicdanını uyuşturdu. Öyle ki, onların üzerinden geçmek üzere olan silindirin bir kurtuluş olduğunu düşünmeye itti. Hepsinin üzerinde, sosyalizm toplumda riyakârlığı sağladı. Şöyle ki, Avrupa hemen yanı başındaki 66 milyon kişinin yutulmasına sosyalizm yüzünden göz yumdu.
Sosyalizmin tek ve tam bir tanımı şimdiye kadar yapılmış değildir. Aklımıza taktığımız tek şey bu kavramın «asil ve iyi olan bir şey» olduğudur. Bu tanımsızlık o kadar barizdir ki, birbirine sosyalizmden bahseden iki sosyalist, tamamiyle ayrı hatta zıt şeylerden bahsediyor olabilirler. Ve tabiîdir ki, her yeni Afrikalı diktatör, yanlış söyleyebileceğini bile düşünmeden hemen kendisini sosyalist ilân eder.
Fakat, sosyalizmde mantığa yer yoktur.Görüyorsunuz, sosyalizm hissî bir hareket, bir nevî laik bir dindir. Hiç kimse bu dinin ilk peygamberinin yazdıklarını ve öğrettiklerini okumak ihtiyacını bile hissetmiyor. Kitaplar şayialar sayesinde öğrenilir, vardıkları sonuçlar tartışmasız kabul edilir. Sosyalizm heyecanlı bir mantıksızlıkla savunulur, hiç bir zaman araştırılmaz, her türlü eleştiriye karşı korunmuştur.
Sosyalizm —bilhassa marksist sosyalizm— her türlü eleştiriyi «tartışma dışı» tutar, doktrininin yüzde 95’ini kabullenip, geriye kalan yüzde 5’i üzerinde tartışma yapılabileceğini kabullenmenizi ister.
Burada bir efsane, bir mit daha vardır. Şöyle ki; sosyalizmin ultra modern bir strüktürü temsil ettiği, ölmek üzere olan kapitalizme bir alternatif olduğu zannedilmektedir. Fakat sosyalizm, her türlü kapitalizmden yüzlerce yıl önce var olmuştu.
SOSYALİZM EN GERİ DOKTRİNDİR
Arkadaşım, akademisyen İgor Shafareviç, sosyalizm üzerine yapmış olduğu geniş çalışmada göstermiştir ki, sosyalist sistemler —bugün bize geleceğe sahip olduğu söylenerek tuzak kurulan sistemler— insanoğlunun eski tarihinin en büyük kısmını oluşturmaktadırlar.
Eski Doğu’da, Çin’de… Ve daha sonra refermasyonunun kanlı günlerinde tekrarlanmak üzere. Sosyalist DOKTRİNLERE gelince, Şafareviç göstermiştir ki, onlar çok sonraları ortaya çıkmalarına rağmen, 2000 yıldır bizimledirler; ve zannedildiği gibi, ilerici düşünceler olarak değil fakat reaksiyoner düşünceler olarak ortaya çıkmışlardır. Eflatun, Atina Demokrasisi’ne tepkidir; Grostikler, Hıristiyanlığa tepkidir. Hepsi, bireyciliğin dinamik dünyasına tepkidir ve Antikite’nin şahsî olmayan, durgun sistemine dönüşür. Ve eğer, Avrupa’da birbiri ardından patlamış sosyalist doktrin ve sosyalist ütopyalar zincirini takip edersek Thomas Moore, Winstanley, Morelli, Deschamps, Baboeuf, Fourier, Marx ve daha birçok kişi açıktan açığa onların o berbat toplum tipinin birtakım özelliklerini görerek tüylerimizin ürpermesine mani olamayız! Artık aklı başında sosyalistleri, öğretmenlerinin eserlerinin bazılarını peşin hükümsüz ve sakince okumaya, sonra da istedikleri İDEAL toplumun bu olup olmadığımı düşünmeye davet etmenin zamanı gelmiştir. Kendilerine sormalıdırlar: Sayısız kişinin hayatını tehlikeye atıp, gerçekleştirmek istedikleri İDEAL, hakikaten bu mudur? Sosyalizm bütün insanları maddî açıdan eşit kılmakla işe başlar (bu zor kullanmayı gerektirir ve her türlü sosyalist bunu kabul etmiştir). Fakat, «ideal» denilen eşitliğe ulaşmak zor kullanmayı gerektirecektir. Ayrıca bu demektir ki, temel «kişisel özellikler» de yok edilmektedir. Eğitim, kabiliyet, düşünce ve duygu açısından çok büyük farklılıklar gösteren özellikler de kazınmalıdır, örneğin, İngilizlerin «evim kal’emdir» sözü sosyalizm yolunun önünde durmaktadır.
SOSYAL DEMOKRASİ: «KAYNAYAN BUZ»
Bir de, «sosyal demokrasi», denen o çok çekici formül var ki, bu da «kaynayan buz» demek gibi bir şey; çünkü sosyalizmin sileceği ilk şey bizzat demokrasidir. Ve demokrasi gittikçe zayıflarken, her iki kıtada toprak kaybederken, —zaten diğer kıtalarda demokrasi yok— tiran lığın gücü dünya üzerine yayılmaktadır.
Size hatırlatayım ki, «zorla çalıştırma» sosyaliz’min bütün peygamberlerinin programında olan bir şeydir; ve buna Komünist Manifesto da dahildir. Gulag, takımadaları, asil bir fikrin Asyatik (Asyalı) çarpıtılması, başarısızlığı olarak yorumlanmamalıdır. Gulag takımadaları önüne geçilmez bir kanundur. Komünizmin bünyesinde vardır.
Modern toplum, sosyalizm tarafından ipnotize edilmiştir. Sosyalizm, toplumun içinde bulunduğu tehlikeleri görmeyi engelliyor. Ve en büyük tehlike de «tehlike fikrini» kafanızdan çıkarmış olmanızdır; tehlike süratle size doğru gelirken, siz onun nereden geldiğini bile bilecek durumda değilsiniz. Fakat, toplumunuz bizim uyarmalarımızı reddetti. Acı da olsa, itiraf etmeliyiz ki, bir toplumun deneyi diğerine geçirilemiyor; herkes kendi için deneyden geçmek zorunda.
Tabiî ki, bu sadece İngiltere’nin, sadece Batı’nın sorunu değil, hepimizin sorunudur; Doğu’nun da Batı’nın da. Hepimiz kendi yolumuzdayız. Fakat ORTAK BİR KADERLE de birbirimize bağlıyız; aynı demir çubuklarla birbirimize bağlıyız. Ve hepimiz, büyük bir tarihî felâketin eşiğindeyiz. Bütün medeniyetleri yutan bir selin karşısındayız. Dünyanın şimdiki durumu değişik saatlerin bir arada çalmaya başlamasıyla daha da karışık bir niteliğe bürünmüştür. Hepimiz bir krizle yüzleşmek mecburiyetindeyiz; sadece siyasî, sadece sosyal, sadece askerî bir kriz değil bu. Ve biz sadece bu kriz ile yüzleşmek değil, onun karşısında kuvvetli olmak zorundayız aynı zamanda —bu büyük ayaklanma ortaçağlardan, Rönesans’a geçişe benzemektedir. Nasıl insanlık ortaçağların tahammül edilemez ve yanlış sapıklıklarını fark edip, korkuyla ondan geri çekilmişse, biz de Aydınlanma Çağı’nın son dönemlerinin mahvedici sapıklıklarını dikkate almalıyız. Biz ümitsizcesine, rahat olana, zevk verici olana, madde olana tapıyoruz— nesnelere, sanayi ürünlerine tapıyoruz. Dünyanın diğer bölgelerinde TEHLİKELER görülebilir, ama en ciddî tehlike sizin kendinizi koruma isteğinizi kaybetmiş olmanızdır.
KENDİ KENDİNİ KANDIRMA
Ve Büyük Britanya —Batı dünyasının çekirdeği— bu kuvvetini kaybetmeyi ve kendine olan inancını yitirmeyi belki de bütün ülkelerden daha fazla yaşadı. Aşağı yukarı 20 yıldır, Büyük Britanya’nın sesi gezegenimizde duyulmaz oldu; karakteri yok oldu, tazeliği soldu. Ve Büyük Britanya’nın dünyadaki yeri Romanya’dan, hatta Uganda’dan bile daha önemsizdir. İngiliz sağduyusu ki bütün dünyada hayranlık uyandırır, şimdilerde yokolmuşa benziyor.
Şimdilerde İngiliz toplumu, hem siyasî, hem entellektüel alanda bir kendi kendini aldatma içindedir ve bir hayal dünyasında yaşamaktadır, insanlar, kendilerini bir tehlike olmadığına ve mukadder olan ilerlemenin durgun bir toplum yaratmak olduğuna inandırmak için iskambil kâğıdından yapılar kurdular.
Biz, Rusya’nın zulüm görmüş insanları, Doğu Avrupa’nın zulüm görmüş insanları, Avrupa’nın trajik zayıf düşmesini elem ve ıstırapla seyrediyoruz. Size acılarımızın deneyini sunuyoruz; istiyoruz ki, bizim ödediğimiz bedeli, siz ödemeyin, verdiğimiz ölüleri siz vermeyin, çektiğimiz esareti siz çekmeyin.
Bu sıkıntıdan kurtulacak mıyız, doğduğumuz zaman içimize çektiğimiz o yüce ruha, bizi hayvanlardan ayıran o ruha sahip çıkıp onu hâkim kılabilecek miyiz?
Kaynak: Batıyı Uyarıyorum-Aleksandr Soljenitsin, Hazırlayan: Yakup Sezer, Otağ Matbaası—1976, İstanbul