“Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” Hareketinin Seyrettiği İstikâmet
Ahmed Ali Aksoy, Gureba dergisi, Sayı: 12, 17.12.2009 Perşembe
F. Gülen Hocaefendi’nin Favorit Mecmuasındaki Mülâkâtı ve Bazı İfâdeleriyle Alâkalı Mülâhazalarımız
“Evet, aynı kökten geldikleri, aynı temel esaslara sahip bulundukları, aynı kaynaktan beslendikleri halde, asırlarca rakip dinler olarak yaşamış bulunan İslâm, Hıristiyanlık ve Mûsevîlik arasında başlayan, hattâ eski Hind ve Çin dinlerini de içine alacak şekilde gelişen diyalog teşebbüslerinin olumlu neticeler verdiği müşâhede olunmaktadır.” (F.Gülen, Zaman, 04 Ekim 2004)
“Odessalı Hıristiyanların ise elbette rehberleri, din büyükleri vardır ve onla-ra söylenmesi gerekeni söylemektedirler. Bir Müslüman, yani dinlerin temel birliğine inanan biri olarak, onların söylediklerinin bir Müslüman’ın söylediğinden ve söyleyeceğinden farklı olacağını düşünmüyorum” (F.Gülen, Favorit, Nîsân 2009)
“Kâfire kâfir demek mü’minin vazifesi değil. Kâfir demek insanın insanlığına saygısızlıktır.” (F.Gülen’le 11 Gün. s. 87)
“Biz renk körleriyiz” (F. Gülen’den naklen M. Şener)
“Bütün dinler buluşuyor, biz hepimiz kardeşiz” (4. Türkçe Olimpiyad finali)
Malumları, son zamanlarda Türkiye’nin gündemine giren ve üzerinde harâretli tartışmaların cereyan ettiği mevzûlardan birisi de “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” hareketi olmuştur. Daha evvel pek âşinâ olmadığımız bu nev zuhûr mevzû, bilhâssa 1995’den sonra sür’atli bir inkişâf kaydetmiştir. Bunda, F.Gü len hocaefendinin son derece aktif bir rol oynadığı da herkes tarafından bilinmekte ve kabûl edilmektedir.
“Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” hareketi; F. Gülen hocaefen-dinin; dînî bir cemâatin lideri olup, geniş bir nüfûz sâhasına sâhip olduğu; maddî-mânevî sevk ve idâresinde muhâfazakâr gazete, mecmua, radyo ve televizyon gibi mühim neşir vâsıtalarıyla berâber dershâneler, kolejler ve üniversitelerin de bulunduğu; kezâ, sevenlerinin yurt içinde ve yurt dışında bir hayli aktif faaliyetler ifâ ettikleri; mühim bir finans müessesesine sâhip bulunduğu da dikkate alındığında, daha da ayrı bir ehemmiyet arz etmektedir.
Tabii bu arada “Dinlerarası Di-yalog ve Hoşgörü” hareketi ile alâkalı olarak zihinleri meşgûl eden; vuzûha kavuşmasını arzu ettiğimiz bazı “sisli” ve “mübhem” noktala-rın varlığı da, te’vil ve inkârı mümkin olmayan bir vâkıa olarak cümlenin mâlumu olsa gerek.
Meselâ, Vatikan’a gidilerek Papa’nın ziyâret edilmesi ve; “Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konse-yi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz”; “İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır.” gibi ifâdeler… On dört asırlık İslâm târihininin hiçbir safhasında emsâline rastlanılmayan bir ziyâret olup, son derece hayret ve endişey-le karşılanmışdır..
Bunların, yani bu “sisli” ve “mübhem” noktaların, birtakım “istifhamlara” sebebiyet verdiğini; kezâ bunlara karşı bazı “ithâm” ve “iddiâlar”ın mevcûdiyetini de ifâde etmeliyiz…
Yine bu “ithâm” ve “iddiâlar”ı ciddiye aldığımızı, daha doğrusu ciddiye almak mecburiyetinde bu-lunduğumuzu ve bunların tatmin edici cevablarının gâyet sarîh ve net olarak ortaya konulmasında mutlak zarûret olduğunu da ifâde etmek isteriz. Zira, zihinlerde meydana gelen birtakım “şübhe”, “tereddüd”, hatta “teşevvüşler” var ki, bunlar, doğrudan halkımızın imân ve i’tikâdâtının sıhhat ve fesâdıyle alâkalıdır. Bu cihetle de hayâtî ehemmiyet arzetmektedir.
Evet, yukarıda işaret ettiğimiz hususlarla alâkalı olarak, Gülen hocaefendinin, Ukrayna’da münteşir Favorit mecmuasıyla Nisân 2009’da yaptığı mülakattaki, iki süâle karşı verdiği cevabı merkeze alıp, sonra da bu cevablarla şöyle veya böyle alâkalı gördüğümüz bazı hususları zikrederek mevzûyla alâkalı mülahazalarımızı arz etmek istiyoruz.
“Süâl: Hz. Îsâ’nın kişiliği İslâm Dini’nde nasıl yorumlanmaktadır?”
(…)
“Hz. Îsâ’ya ve Hz. Muhammed’e, Kur’an’a ve İncil’e inanmayan bir Musevî yine Musevîdir; Hz. Muhammed’e ve Kur’an’a inanmayan bir Hıristiyan yine Hıristiyan’dır ama, Hz. Îsâ’ya, Hz. Musa’ya, Hz. Davud’a, Hz, Süleyman’a, Hz. İbrahim’e, kısaca herhangi bir peygambere, bunun gibi İncil’e, Tevrat’a, Zebur’a inanmayan bir kimse asla Müs-lüman olamaz; bunlardan birine bile inanmamak, kişiyi İslâm dairesinin dışına çıkarır. Bundan dolayıdır ki, İslâm, kendinden önceki İlâhî gelenekleri asla dışlayıcı olmamış, onları kucaklamış, birinci sorunun cevabında arz edilmeye çalışıldığı üzere, onların mensuplarını Ehl-i Kitap olarak telâkki etmiş, kendilerine ona göre davranmıştır.”
Ehemmiyetine binân şu ifâdelere dikkatleri çekmek istiyoruz:
“Hz. Îsâ’ya ve Hz. Muhammed’e, Kur’an’a ve İncil’e inanmayan bir Musevî yine Musevîdir” ,
“Hz. Muhammed’e ve Kur’an’a inanmayan bir Hıristiyan yine Hıristiyan’dır” cümlelerinin, “hâsıl-ı tahsîl”den başka bir mâna ifâde etmediğini, ancak büyük bir hakikatin ketmedildiğini ifâde etmek isteriz. Hakikati saklamak ve ifâde etmekden imtinâ etmek, takdir edersiniz ki, büyük bir vebâl ve talihsizlikdir.
Şimdi bir de bu ifâdeleri, aşağıdaki süâle karşı verilen şu cevab ile beraber mütâlea edelim:
“Odessalı Hıristiyanların ise elbette rehberleri, din büyükleri vardır ve onlara söylenmesi gerekeni söylemektedirler. Bir Müslüman, yani dinlerin temel birliğine inanan biri olarak, onların söylediklerinin bir Müslüman’ın söylediğinden ve söyleyeceğinden farklı olacağını düşünmüyorum…”
Yani, “onların söylediklerinin bir Müslüman’ın söylediğinden ve söyleyeceğinden farklı olacağını düşünmüyor”muş Hocaefendi.
İşte o süâl ve cevabı:
Süâl: “Bütün dünya insanlığı için faydalı gayretlerde bulunan biri olarak, Odessa’lı Hıristiyanlara ne söylemek ve onlardan ne gibi dileklerde bulunmak istersiniz?”
Cevap: “Estağfirullah, bin defa estağfirullah. Yukarıda arz etmeye çalıştığım gibi, kimseye bir şey söyleme, yol gösterme mevkiinde değilim. İnsanlık için faydalı gayretlerde bulunduğum şeklindeki sözünüzü de sadece bir dua ve sizlerin bir teveccühü, hüsnüzannı olarak kabul edebilirim. Odessalı Hıristiyanların ise elbette rehberleri, din büyükleri vardır ve onlara söylenmesi gerekeni söylemektedirler. Bir Müs-lüman, yani dinlerin temel birliğine inanan biri olarak, onların söylediklerinin bir Müslüman’ın söylediğinden ve söyleyeceğinden farklı olacağını düşünmüyorum. Hz. Îsâ gibi, bizim nazarımızda ülü’l-azm, yani tarih boyu gelmiş peygamberler arasında en büyük beş peygamberden biri olan bir zatın ardından gitmek, onu takip etmek, yapılabilecek en güzel şeylerdendir.”
“Bir Müslüman, yani dinlerin temel birliğine inanan biri olarak…” ifâdesinin oldukça “muğlak” ve “sisli” bir ifâde olduğunu; zihinlerinde “tevhîd-i edyân” takın-tısı olanlara medâr olacak birtakım “vehim” ve “vesveselere” sebebiyet vereceğini ifâde etmeliyiz. Yani, günümüzdeki muharref Yahudilik ve Hıristiyanlık ile İslam dini arasında bir “temel birliği”nden bahsetme-nin abes olduğunu söylemeye hiç hâcet var mıdır, bilmem ki?
Az-çok tahmin ediyoruz; “Efendim, Hocaefendi, onunla yok şunu kasdetmişdi, yok bunu kasdetmişdi…” diyerek bir takım mazeretlere sığınmak sûretiyle teselli bulmak ve avunmak isteyenler olacakdır. Ancak bunlara, nâfile tesellilerden ibârettir diyebiliriz.
Sormak İstiyoruz:
“Odessalı Hıristiyanların ise elbette rehberleri, din büyükleri vardır ve onlara söylenmesi gerekeni söylemektedirler. Bir Müslüman, yani dinlerin temel birliğine inanan biri olarak, onların söylediklerinin bir Müslüman’ın söylediğinden ve söyleyeceğinden farklı olacağını düşünmüyorum” diyen Hocaefendi’ye, müsaadeleriyle şu hususu ehemmiyetle sormak isteriz:
“Odessalı Hıristiyanların rehberleri, din büyükleri…” diye işâret ettiğiniz papazların, Odessalı Hıristiyanlara, Hz. Îsâ’nın “ilah” olduğunu, hem de “üç ilah’dan biri” olduğunu bugüne kadar söyledikleri gibi, bugün dahi söylemekte olduklarını, hiç mi duymadınız, hiç mi işitmediniz?!. Duymadığınızı, işitmediğinizi kabul etmek mümkin olmadığına göre, bunu neyle izah edeceksiniz?
İsterseniz, “Odessalı Hıristiyanların rehberleri, din büyükleri” Hıristiyanlara neler “söylüyorlar”mış, bir görelim.
İşte onların imân esasları:
“Görünen ve görünmeyen varlıkları Yaradanı, yeri ve göğü yaratan, Her şeye Kadir Tanrı Baba’ya inanıyorum. Tanrının biricik Oğlu tek Rab ve ezelde Baba’dan doğmuş olan Mesih İsâ’ya inanıyorum: O Tanrı’dan gelen Tanrı, Nur’dan Nur, Gerçek Tanrı’dan Gerçek Tanrı’dır. Yaratılmış olmayıp, Baba ile aynı özdedir ve her şey onun aracılığıyla yaratılmıştır….” (Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, Fransızca’dan tercüme eden: Dominik Pamir, s. 64)
“Bir Müslüman, yani dinlerin temel birliğine inanan biri olarak, onların (yani papazların) söylediklerinin bir Müslüman’ın söylediğinden ve söyleyeceğinden farklı olacağını düşünmüyorum” diyenlerin, diyebilenlerin, tam bir “küfür” ve “şirk” manifestosu olan bu ifâdelere dikkat ve basîretle nazar buyurmalarını isteriz.
Ve ayrıca şunu sormak isteriz; bu ifâdelerde, zımnen küfrü takrir etmek gibi bir tehlikeyi “îhâm” eden mânâ yok mudur? Bunu sezmek için dehâ sahibi olmak mı lazım geliyor acaba?!. Neticesi son derece muhâtaralı bir vartaya düşme tehlikesinden hiç mi endişe edilmiyor?
Hemen yukarıda görüldüğü üzere “bir müslümanın söylediği ve söyleyeceği” ile, “onların (papazların) söyledikleri ve söyleyecekleri” o kadar farklıdır ki; “müslümanın söylediği ve söyleyeceği” “imân” ve “tevhîd” olup, “onların (papazların) söyledikleri ve söyleyecekleri” ise mutlak “küfür” ve “şirk”den ibâretdir. Kur’ân’ın ifâdesiyle birisi “nûr”, diğeri ise “zulümât”dır. Hocaefendi hakkında, “nûr” ile “zulümât” arasındaki o azîm “fark”ın farkına varamamasını tasavvur etmek mümkin olmadığına göre, bunun izahı ne ve nasıl olabilir ki? Cevabının ne olduğunu elbette bilmek isteriz.
Evet, “fark” o derece kat’î, o derece sarîhdir ki; “ebyenü mine’ş-şems”. Binaenaleyh böyle bir söze terettüb edecek dinî-şer’î hükümden Allaha sığınırız.
Yine şu ifâdedeki vehâmete dikkatleri çekmek isteriz:
“Hz. Îsâ gibi, bizim nazarımızda ülü’l-azm, yani tarih boyu gelmiş peygamberler arasında en büyük beş peygamberden biri olan bir zatın ardından gitmek, onu takip etmek, yapılabilecek en güzel şeylerdendir.”
demek, ne demekdir? Evet, bunlar bir müslümana karşı söylenebilir. Ancak buradaki muhatablar ise Hıristiyanlardır.
Bu söz, onlara zımnen: “Küfrünüze devam edebilirsiniz!.” Manasını tazammun etmez mi?
Bu ifâde de, i’tikâdî cihetten son derece tehlikeli bir ifâdedir. Zira Hıristiyanlar, “ardından gittiklerini” vehmettikleri zât’a yani Hz. Îsâ’ya “ülûhiyyet” pâyesi vermek suretiyle O’nu “ilâh” olarak kabul etmektedirler. Bu sebeble mutlak “kafir” oldukları Kur’ân: 5/72,73; 9/30’da sarâhaten beyân buyrulmaktadır:
“Andolsun ki, ‘Allah kesinlikle Meryem oğlu Mesîh’dir’ diyenler kâfir olmuşlardır….” (Kur’ân: 5/72)
“Andolsun ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır…” (Kur’ân: 5/73)
Vâkıa bu iken:
“Hz. Îsâ gibi (…) bir zatın ardından gitmek, onu takip etmek, yapılabilecek en güzel şeylerdendir.” demek ne demekdir? Evet, bunlar bir müslümâna karşı söylenebilir. Ancak buradaki muhatablar ise Hıristiyanlardır.
Bu söz, onlara zımnen: “Küfrünüze devam edebilirsiniz!” mânasını tazammun etmez mi? Ve yahut da, –hafizenallah- “küfre rıza küfürdür” hükmüne girerse?! Böyle bir felakete nasıl cür’et edilebilir?!. Bunlar hiç kale alınmıyor mu?
Avâmm-ı nâs (aslı yazılacaksa “m” iki defa yazılmayacak mı?) bunu nasıl anlar, neye hükmederler? Bunların dikkate alınması icap etmez mi? Ya birilerinin hatalı anlamasına sebebiyet verilirse? Buna terettüb edecek dinî ve şer’î hüküm hiç hesâb edilmiyor mu acaba?
Hasbeten lillah şunu hatırlatmak isteriz:
Bu ifâdelerle “kimlere, ne malzemeler verildiğinin” farkındalar mı acaba?!.
Yine diyorlar ki:
“İslâm, kendinden önceki İlâhî gelenekleri asla dışlayıcı olmamış, onları kucaklamış, (…) onların mensuplarını Ehl-i Kitap olarak telâkki etmiş, kendilerine ona göre davranmıştır.”
Bunun da son derece muğlak bir ifâde olduğunu söylemek isteriz. Bu ifâdeye ileride yine döneceğiz. Ancak burada şu kadarını ifâde etmek isteriz:
Daha düne kadar talebelerin barındığı apartman dâirelerinde bütün talebelere okutulup takrir edilen “Çağdaşlık mı İnhirâf mı” isimli kitabın 184. sahifesinde aynen şu ifâdelere yer alıyordu:
“Hz. İbrâhim’den sonra risâlet, Hz. İshâk’ın soyundan yürümüş ve gelen her peygamber İslâm’ı temsil etmiş olmakla birlikde, Tevrât’ı tahrif eden, tevhidi şirke dönüştüren İsrâiloğulları büyük çoğunluğuyla Hz. Îsâ’ya da inanmayıp, neticede Yahudiler olarak ehl-i kitab olma durumuna düşmüşlerdir. Hz Îsâ’dan sonra, ona iman ve ittibâ edenler de zamanla büyük ihtilaflara düşmüş ve neticede İncil tahrifata uğradığı, hatta elde Hz. Îsâ’ya nâzil olan İncil diye bir kitab kalmadığı gibi, tevhîd de teslise dönüştürülmüştür.”
Bu paragrafda geçen iki noktaya dikkatleri çekmek isteriz:
Bir; “tevhidi şirke dönüştüren İsrâiloğulları…”
İki; “tevhîd de teslise dönüştürülmüştür.”
Hocaefendinin “İslâm, kendinden önceki İlâhî gelenekleri asla dışlayıcı olmamış, onları kucaklamış” derken “İslâm”a kimleri kucaklatmış oluyor; dikkat buyurula:
“Tevhidi şirke dönüştüren” müşrikleri; “tevhîdi teslise dönüştüren” ve “Allah kesinlikle Meryem oğlu Mesîh’dir” diyen kâfir/müşrikleri…
Kendileri, on dört asırlık İslâm tarihinde bir ilke imza atmak sûretiyle Papaları, patrikleri, hahamları… “kucaklamak”da bir beis görmeyebilirler. Kendileri onları “kucakladı” diye, elbette “İslâm”ın da onları kucaklaması icap etmez.
Hocaefendi; “onların mensuplarını Ehl-i Kitap olarak telâkki etmiş, kendilerine ona göre davranmıştır” derken de “tevhîdi şirke dönüştüren”, “tevhîd”i “de teslise” “dönüştür”enler için, yani lafın Türkçesi müşrikler için “Ehl-i Kitap olarak telâkki etmiş, kendi-lerine ona göre davranmıştır” demek sûretiyle onlara, olduklarından başka bir statü vermeye gayret etmiş oluyor ki, bu ifade ile verilmek istenilen mesaj, ne yazık ki, doğru değildir; hakikatleri hevâ ü hevese fedâ etmekdir. Bununla kimlerin gönlünün alınacağı, kimlerin memnun edileceği, izâhdan vâreste olsa gerek.
Dinî mes’elelerde, hele de bu mes’eleler i’tikâda taallük eden mes’eleler ise, orada bu gibi tavizkâr davranışlar aslâ tecviz edilemez.
Kur’ân’a rağmen Ehl-i Kitab için herhangi bir statü ta’yin ve tesbit etme cür’eti, hiç kimsenin haddine düşmemişdir.
Esasen Hocaefendi ve ondan mülhem olsa gerek, en yakınındaki kadro arasında Ehl-i Kitab ile alâkalı olarak Kitab ve Sünnet ile te’lifi mümkin olmayan yepyeni bir telakki ve zihniyetin hâkim olduğunu görüyor ve bu sakîm zihniyetin kabûlü için olağan üstü gayretlerin sahnelendiğini müşâhede ediyoruz.
Bu cümleden olmak üzere, Hocaefendi’nin mânevî başkanı bulunduğu “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı KADİP” bünyesinde yapılan bir konuşmadan aşağıya nakledeceğimiz hususlar, iddiamızı te’yid eder mahiyettedir. Vatikan temsilcisi George Marovitch, Dozideos Anagnasdopavios ve Yusuf Altıntaş gibi Kilise ve Havra mensublarının huzurlarında Prof. Karaman tarafından yapılan konuşma, “Polemik Değil Diyalog” ismiyle neşredilen kitabdan aynen iktibas ederek naklettiğimiz şu ifadelere lütfen dikkat buyurula:
1) “Bütün insanların Müslüman olmaları’ dinin, Kur’ân’ın hedefi değildir.” (Polemik Değil Diyalog, s. 41);
2) “Müslümanların çoğu ‘Peygamberin, bütün din sâliklerini İslâm’a çağırdığına’ inanırlar” (Polemik Değil Diyalog, s. 35);
3) “Peygamberimiz ‘Yahudiler mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor, ‘Hıristiyaanlar mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor.” (Polemik Değil Diyalog, s. 35);
4) “Diyaloğun hedefi, tek bir dine varmak, dinleri teke indirgemek olmamalı” (Polemik Değil Diyalog, s. 36);
5) “Kur’ân-ı Kerîm’de Ehl-i kitabla ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, âhirete iman ve amel-i salihdir. Kur’ân birçok âyette bunu söylüyor; yani ‘Peygambere iman edin’ demiyor.” (Polemik Değil Diyalog, s. 37);
6) “Ben diyorum ki, İslâm, Ehl-i kitâba, tek seçenek olarak -son dinin mensubu olma manasında- Müslüman olmaya çağırmıyor. ‘hanifiyyet’ (Hz. İbrahim çezgisindeki tevhîde ve bu manada İslâm’a) çağırıyor. (Polemik Değil Diyalog, s. 37);
7) “Bu arada şu var, hani korkulan şey, böyle dersek, böyle inanırsak ‘Hıristiyan ve Musevi Müslüman olmaz’ deniyor, bundan endişe ediliyor.
“-E olmazsa olmasın.
“-Peki, ama Kur’ân bunları Müslüman olmaya davet ediyor.
“-Acaba? (Polemik Değil Diyalog, s. 36)
Bir makalemizde bunlardan bahsederek tenkid etmemiz üzerine, Prof. Karaman bize cevab vermiş ve konuşmasında üç görüşden bahsettiğini, yukarıdaki ifadelerinin de bu üç görüşden birisi olduğunu söyleyerek aynen şöyle demişdir:
“Kendim üçüncü görüşü benimsediğimi söylemedim ve savunmadım, yalnızca naklettim ve delillerini verdim. Ayrıca bu görüşün de savunulabileceği kanaatindeyim.” (Yeni Şafak, 22.8.2008)
Prof. Karaman, o konuşmasında “Kendim üçüncü görüşü benimsediğimi söylemedim ve savunmadım” diyor. Ancak cevabî yazısında “Ayrıca bu görüşün de savunulabileceği kanaatindeyim” diyorlar ki, aradaki tezada dikkatleri çekmek isteriz.
Prof. Karaman’a; yukarıda geçen bilhâssa 2, 3 ve 7. bendlerdeki ifadeleri üzerinde bir def’a daha teemmül ve tezekkür etmelerini tavsiye ediyoruz. Takdir kendilerine âiddir.
Sanki Necib Fazıl’ın 1949’da Büyük Doğu’da:
“Heeeeey, heeeeey, heeeeey Müslüman Türk topluluğu!!!” diye haykırarak ifade ettiği “Peygamber ve şeriat farkı ihtilafını kaldırıp, sadece Allahın varlığı ve birliği üzerine müesses yeni bir din sevdası”nın hayata geçirilmeye çalışıldığı hissine kapılmakdan, doğrusu kendimizi alamıyoruz.
Kur’ân Ne Diyor?
Kurucan Ne diyor?
Ahmet Kurucan diyor ki:
“Kur’anî perspektifi esas alarak inanç bağlamında insanların kategorilerine bakalım önce. Genel anlamda Kur’an’a göre insanlar Müslüman, kâfir/müşrik ve ehl–i kitap olmak üzere üçe ayrılır. Sabiiler, münafıklar vb. inançları da hesaba katacak olursak üç rakamını çoğaltabiliriz. Ama biz genel anlamda meseleye bakacağımız için bunu Müslüman, kâfir/müşrik ve ehli kitapla sınırlandırılmasının daha doğru olacağını düşünüyoruz. (…) Müslümanlar yukarıda izah ettiğimiz teorik temellerden uzaklaşarak karşı tarafı ehli kitap olmasına rağmen kâfir diye adlandırmıştır. Bu yanlışlığı müdafaa edecek değilim; ama şu kadarını da ifâde etmeden geçemeyeceğim: Zannediyorum bu adlandırmada dönemin tarihsel şartlarının ciddi rolü var.” (Ahmet Kurucan, Zaman, 15.5.04)
Bu ifâdeye göre insanlar, “Müslüman, kâfir/müşrik ve ehli kitap” olarak tasnif ediliyor ve Ehl-i Kitab küfür dairesinin haricinde kabul ediliyor. Bununla da kalmayıp;
“Müslümanlar yukarıda izah ettiğimiz teorik temellerden uzaklaşarak karşı tarafı ehli kitap olmasına rağmen kâfir diye adlandırmıştır. Bu yanlışlığı müdafaa edecek değilim” demek cür’etinde bulunuyor.
Galiba Ehl-i Kitab ile diyalog aşkı bu ifâdelerin sahibini o denlû kör ve o denlû sağır hale getirmiş ki, söylediklerinin nereye vardığının farkında değil.
Halbuki, Ehl-i Kitab’ı bizâtihi Kur’ân’da tekfir eden Allah Teâlâ hazretleridir. Bu sebeble A. Kurucan, “Bu yanlışlığı müdafaa edecek değilim” derken, kimi yanlışlıkla itham ettiğinin farkında değil. el-Iyâzü billah!..
Oysa, aynı A. Kurucan, apartman dâirelerinde barındırılan talebeler için tertibedilen seminer çalışmalarında ders kitabı olarak ittihaz edilen ve Hocaefendinin te’lifi olduğu söylenilen “Çağdaşlık mı İnhiraf mı” isimli eserde (s. 184) yer alan şu ifadeleri öğretiyordu talebelere:
“Hz. İbrâhim’den sonra risâlet, Hz. İshâk’ın soyundan yürümüş ve gelen her peygamber İslâm’ı temsil etmiş olmakla birlikde, Tevrât’ı tahrif eden, tevhidi şirke dönüştüren İsrâiloğulları büyük çoğunluğuyla Hz. Îsâ’ya da inanmayıp, neticede Yahudiler olarak ehl-i kitab olma durumuna düşmüşlerdir. Hz Îsâ’dan sonra, ona iman ve ittibâ edenler de zamanla büyük ihtilaflara düşmüş ve neticede İncil tahrifata uğradığı, hatta elde Hz. Îsâ’ya nâzil olan İncil diye bir kitab kalmadığı gibi, tevhîd de teslise dönüştürülmüştür.”
Kur’ân Ne Diyor?
“Andolsun ki, ‘Allah kesinlikle Meryem oğlu Mesîh’dir’ diyenler kâfir olmuşlardır….” (Kur’ân: 5/72)
“Andolsun ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır…” (Kur’ân: 5/73)
Görüldüğü üzere, Kur’ân’da Ehl-i Kitab sarâhaten tekfir edilmektedir. Hatta Râzî gibi bazı müfessirlere göre Hıristiyanlar sadece “kâfir” olmayıp, aynı zamanda “müşrik”dirler. Nitekim Tevbe: 30’un tefsiri sadedinde Faruddîn Râzî diyor ki:
“Bil ki Allah Teâlâ, önceki âyette, Yahudi ve hırıstiyanların, kendisine iman etmediklerini belirtince, bu âyette de bunun sebebini beyan etmişdir. Zira Cenab-ı Hakk, onların, Allah’a bir oğul nisbet ettiklerini nakletmişdir. Binaen aleyh, kim ilâh hakkında böyle bir şeyi tecviz ederse, o hakikatde ilâhı inkar etmiş demekdir. Yine Cenab-ı Hakk, her ne kadar şirki söyleme yolları farklı ise de onların müşrikler gibi olduklarını beyan etmişdir. Çünkü, puta tapanlarla, Mesîh’e veya başkasına tapanlar arasında bir fark yokdur. Zira şirk, insanın Allah’ın yanında başka mâbûd veya mâbûdlar edinmesi demekdir. Binâenaleyh, böyle bir şey tahakkuk edince, şirk de sâbit olur. Hatta biz iyi düşünürsek, puta tapanların küfrünün, Hıristiyanların küfründen daha hafif olduğunu anlarız. Çünkü puta tapan, “Bu put âlemin yaratıcısı ve âlemin ilâhıdır” demiyor, aksine onu Allah’a ibadetine vâsıta yapıyor. Ama Hıristiyanlara gelince, onlar Allah hakkında hulûl ve ittihadı kabul ediyorlar ki, bu son derece çirkin bir küfürdür. Böylece, hulûle inananlarla diğer müşrikler arasında bir farkın bulunmadığı sabit olmuş olur.” (Faruddîn er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mafâtîhu’l- Ğayb tercümesi, Prof. Dr. Suat Yıldırım ve arkadaşları, c. 11, s. 479)
اعلم أنه تعالى لما حكم في الآية المتقدمة على اليهود والنصارى بأنهم لا يؤمنون بالله ، شرح ذلك في هذه الآية وذلك بأن نقل عنهم أنهم أثبتوا لله ابنا ، ومن جوز ذلك في حق الإله فهو في الحقيقة قد أنكر الإله ، وأيضاً بين تعالى أنهم بمنزلة المشركين في الشرك ، وإن كانت طرق القول بالشرك مختلفة ، إذ لا فرق بين من يعبد الصنم وبين من يعبد المسيح وغيره لأنه لا معنى للشرك إلا أن يتخذ الإنسان مع الله معبوداً ، فإذا حصل هذا المعنى فقد حصل الشرك ، بل إنا لو تأملنا لعلمنا أن كفر عابد الوثن أخف من كفر النصارى ، لأن عابد الوثن لا يقول إن هذا الوثن خالق العالم وإله العالم ، بل يجريه مجرى الشيء الذي يتوسل به إلى طاعة الله . أما النصارى فإنهم يثبتون الحلول والاتحاد وذلك كفر قبيح جداً ، فثبت أنه لا فرق بين هؤلاء الحلولية وبين سائر المشركين ، ( تفسير الرازي، ج: 7، ص:499 )
Yine İbn Hazm da “el-Fisal fi’l- Milel…” isimli eserinin C. 3, s. 111’de diyor ki;
اليهود والنصارى وهم كفار بلا خلاف من أحد من الأمة ومن أنكر كفرهم فلا خلاف من أحد من الأمة في كفره وخروجه عن الإسلام
“Yahudi ve Hıristiyanların küf-rü hakkında ulemâ-i ümmetden hiç kimseden hilâf vâkı’ olmadığı gibi, keza onların küfrünü inkar eden kimsenin küfrü ve İslâm dininden çıkmış olması husû-sunda da hiçbir ihtilâf olmamışdır.”
Yani, Yahudi ve Hıristiyanların küfründe hiç ihtilâf olmadığı gibi, keza, onların küfrünü kabul etme-yenlerin küfründe de ihtilâf olmamışdır.
Nitekim “Tehzîb’ü Risâleti’l-Bedri’r- Reşîd”de de;
أو لم يكفر من دان بغير الاسلام كالنصارى، أو شك فى كفرهم، أو صحح مذهبهم..
“Yahut kim Nasârâ gibi İslâm’dan başka bir dîn üzerinde olanları tekfîr etmezse; yahut onların küfründe şübhe ederse; veya mezhebleri doğrudur, derse… tekfîr olunur” (s.12) deniliyor.
Zaten, Allah Teâlâ Kur’ân’da onların küfrünü sarâhaten beyan buyururken, onun hilâfına bir iddiâda bulunmak, kimin haddi olabilir ki?. Meğer ki, bazıları gibi “diyalog” aşkıyla mest-i lâ ya’gıl olsun.
Yine Hocaefendi’nin mânevî himâyelerinde faaliyet gösteren Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı bünyesinde bulunan KADİP tarafından Türkçe/Rusça olarak neşredilen DA mecmuasında, yukarıda ifâde etmeye çalışdığımız zihniyetin propagandasına şâhid oluyoruz:
“İslâm’a göre inançsızlar ateistler ve putperestlerdir. Allah’ın kendilerine Kitab verdiği Yahudiler ve Hıristiyanlar ise inançlıdır.” (İman Valeriya Porohova, DA diyalog Avrasya, sayı 21)
Yukarıdaki “inançsızlar”ı, herhalde kâfir; “inançlı”ları da mü’min olarak anlamak lazım. Bu takdirde, Ehl-i Kitab, evvela kâfir olmakdan kurtarılıyor; bununla da iktifâ edilmeyip mü’min oldukları iddia ediliyor.
Burada hem A. Kurucan ve hem de DA mecmuasındaki makale sahibi İman Valeriya Porohova’ya şunu hatırlatmak isteriz:
“Ebû Hanife rehimehullah şöyle buyurdu:
-Said b. El-Müseyyeb’den bana ulaşdığına göre, kâfirleri bulundukları mevkie indirmeyen onlar gibidir.” (İmam-ı Â’zam’ın Beş Eseri, tercüme, Prof. Dr. Mustafa Öz, İFAV, 3. baskı 2002, s. 43)
Keza, Mayıs 2004’de, Mardin’de icrâ edilen milletlerarası “Dinler ve Barış” sempozyumunda, çan ve ezân refâkatinde Rum, Ermeni ve Süryânî Patrikleriyle, Yahudi Hahamı’nın peşine takılıp, sembolik sırat köprüsünden geçilerek, haşr meydanına ve oradan da cennete girme merasimi ve bu merasimin aynı anda, 142 televizyondan canlı olarak bütün dünyaya gösterilmesi de aynı zihniyetin bir başka ifâdesi olsa gerek.
Mezkûr sempozyum ile alakalı olarak medyaya intikal eden “DİNLER KARDEŞTİR” haberini okuduğumuz zaman gözlerimize inanamamış idik.
Yine 2004’de FKM’de icrâ edilen “Dinler ve Barış Sempozyu-mu’nda, Papaz Hans Küng’ün şu ifâdesi dile getiriliyordu:
“Dinler arası barış olmadan, dünya barışı gerçekleşemez. Diyalog olmadan, dinler arası barış gerçekleşemez.”
Lütfen söyler misiniz; dinler nasıl barışacak? Hak dîn İslâm, bâtıl dinlerle nasıl barışmış olacak. İslâm, onların da birer hak din olduğunu mu kabul edecek? Bunun bir “Tevhîd-i edyân” projesi olduğunu anlamamak için, ancak ebleh olmak lazım. Sözü uzatmaya lüzûm var mı? Gerisini siz tasavvur ediniz.
Böylece, “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü”nün, nasıl bir sevdâ peşinde olduğunu da ayân beyân anlamış oluyoruz. “Dünya barışı”ndan bahsedenler, zamirlerinde nelerin gizlendiğini bu ifâdelerle az-çok ortaya koymuş oluyorlar.
Bunun son derece karanlık bir proje olduğunu anlamak için herhalde dâhi olmaya ihtiyaç olmasa gerekdir.
Bir Başka Misâl:
“Mardin, Alon’un da bu utangaçlıkla söylediği gibi hepimize ‘Bu üç dinin üstünlük taslanmadan nasıl birbirleri ile bağlantılı iç içe geçmiş olduğunu gösterdi.’
“Yeter ki rasyonel ve pragmatik bir model olarak da önümüzde bulunan İbrahim’in ayak izlerini takip edelim; Mardin, Urfa, İstanbul, Roma, Kudüs ya da Mekke, aslında hepsi aynı izin peşinde…” (Eyüb Can, Zaman, 14.4.2000)
Şu ifâdedeki vehâmete dikkatleri çekmek isteriz:
“Bu üç dinin üstünlük taslanmadan…”
Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ buyuruyor ki:
“O Allahtır ki O, Rasûlü’nü hidâyet kanunu (Kur’ân) ve hak (tevhîd) dîni ile bütün dinlerin üzerine geçirmek için gönderdi, müşrikler isterlese hoşlanmasınlar!” (Kur’ân: 9/33)
“O, odur ki Rasûlünü hidâyet rehberi ve hak diniyle (Hakk’ın diniyle) gönderdi, onu her dînin üstüne çıkarmak için!. Şâhid olarak da Allah yeter! (Kur’ân: 48/28) (Her iki âyet-i celîlenin meâli, Elmalılı Hamdi Efendi tefsirinden iktibas edilmişdir.)
“Bu üç dinin üstünlük taslanmadan…” ifâdesini kullanan şahsın, kendi dîni hakkında ne denlû cehâlet içinde olduğunu; buna rağmen nâsıh-ı a’zâm rollerine bürünerek âleme akıl verme cür’et ve küstahlığında bulunduğunu söylemeye hâcet var mı?!
Ancak, bu şahsa, böylesine vahîm ve sakîm bu fikrin kimden veya kimlerden mülhem olduğunu da hesaba katmanın lüzûmuna işâret etmek isteriz.
Yani “rakip dinler olarak yaşamış bulunan İslâm, Hıristiyanlık ve Musevilik”den dem vuranları…
“Aynı kökten geldikleri, aynı temel esaslara sahip bulundukları, aynı kaynaktan beslendikleri halde asırlarca rakip dinler olarak yaşamış bulunan İslâm, Hıristiyanlık ve Musevilik arasında başlayan diyalog çalışmalarının, eski Hind ve Çin dinlerini de içine alacak şekilde gelişeceği günler uzak değildir” diyenleri…
(M, Fethullah Gülen’in, Milletlerarası Diyalog Derneği tarafından 29-30 Nisân 2005 tarihlerinde Wisconsin-Madison Üniversitesi’nde gerçekleştirilen “İslâm ve Diyalog” konulu konferansa gönderdiği mesaj, Zaman 21 Ağustos 2005, Pazar)
İslâm, Hıristiyanlık ve Musevilik’in “Aynı kökten geldikleri, aynı temel esaslara sahip bulundukları, aynı kaynaktan beslendikleri” şâyet doğru ise; o halde buna ne diyeceksiniz:
“Görünen ve görünmeyen varlıkları Yaradanı, yeri ve göğü yaratan Her şeye Kadir Tanrı Baba’ya inanıyorum. Tanrının biricik Oğlu tek Rab ve ezelde Baba’dan doğmuş olan Mesih İsâ’ya inanıyorum: O Tanrı’dan gelen Tanrı, Nur’dan Nur, Gerçek Tanrı’dan Gerçek Tanrı’dır. Yaratılmış olmayıp, Baba ile aynı özdedir ve her şey onun aracılığıyla yaratılmıştır….” (Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, Fransızca’dan tercüme eden: Dominik Pamir, s. 64)
İslâm’ın esası; “Lâilâhe illellah, Muhammedü’r-Rasûlullah” kelime-i tayyibesinde ifâdesini bulan tevhîd-i İlâhî ve risâlet-i Muham-medî’dir. Yukarıdaki şirk manifestosunun bu esas ile ne alâkası var!
E. Can’a göre:
“Mardin, Urfa, İstanbul, Roma, Kudüs ya da Mekke, aslında hepsi aynı izin peşinde…” imiş.
“Roma”, yani Vatikan… Nasıl oluyor da, “Küdüs”, ya da “Mekke” ile aynı izin peşinde oluyormuş?!.
Bu sakîm mantığın sahibi E. Can’a; “İslâmiyet ile Hıristiyanlık arasında fark nedir” diye bir süâl vâki olasa, acaba ne cevab verirler ki?
Hatırlatmak isteriz: “Allah nezdinde hak din İslâm’dır.” (Kur’ân: 3/19)
“Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) aslâ kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyân edenlerden olacakdır.” “ (Kur’ân: 3/85)
1453’deki İddiâ:
1453 isimli mecmûada yer alan şu ifâdeye dikkatleri çekmek isteriz:
“Semâvî dinlerin buluştuğu İstanbul’da, şehre mühürlerini vuran Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Musevilik. Bu üç ayrı din nedir? Aynı kaynaktan beslenen, birbirine çok yakın ancak yaklaşımları farklı, ama ayrı pencereden aynı bahçeye açılan kalb ve inanç gözü değil midir? İşte İstanbul bu farklılıkların tümünü yozlaştırmadan, incitmeden bütün görkemi ile bünyesinde buluşturan bir şehir. Camiler, kiliseler, sinagoglar bu potanın içinde özgürce yükselen inanç âbideleri” ifâdesi, basîret sâhiblerine her şeyi ayân beyân ortaya koymaktadır. Allah aşkına lütfen;
“Bu üç ayrı din nedir?”süâline verilen şu cevaba bakınız:
“Aynı kaynaktan beslenen, birbirine çok yakın ancak yaklaşımları farklı, ama ayrı pencereden aynı bahçeye açılan kalb ve inanç gözü değil midir?
Yani İslâm ile Hıristiyanlık ve Musevilik arasındaki fark sadece “aynı bahçeye” “ayrı pencereden” bakmakdan ibaret miş(!).
Yani “aynı kaynaktan beslen”me ve “aynı bahçeye açılan kalb ve inanç gözü” olma gibi bir yakınlık ve “aynı”lıkdan bahsedilmek sûretiyle, bunlar arasındaki fark, “var” ile “yok” arası bir noktaya ircâ edilmiş oluyor ki, imân sahibi bir müslümânın, böyle bir şeyi ne kabûl etmesi, ne de tasavvur etmesi mümkindir. Ne yazık ki, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, bu dalâlete âlet ediliyor.
Sonra; “kiliseler, sinagoglar” nasıl olup da “inanç âbideleri.” oluyormuş? Bâhusûs “inanç” kelimesi, “imân” ve “i’tikâd” kelimelerine mukabil kullanılmaktadır. Dolayısıyle ” kiliseler, sinagoglar bu potanın içinde özgürce yükselen inanç âbideleri.” cümlesi; “kiliseler, sinagoglar bu potanın içinde özgürce yükselen imân/ i’tikâd âbideleri” mânâsına gelir ki, böyle bir ifâde, -neresinden bakarsanız bakınız- mahzâ dalâlettir.
Bütün bunlar bir araya getirilip beraberce mütalea edildiği zaman, ortaya çıkan neticeyi tasvib etmek mümkin değildir; zira “takrîb-i edyân”a benzer bir ucûbe çıkıyor ortaya. Ne yazık ki, bu “ucûbe” zihniyetin bir kısım mehâfilde, fevkalâde itibâr görüp, himâye edildiğini görüyoruz.
Ve Hocaefendi Devam Ediyor:
“İslâm, kendinden önceki İlâhî gelenekleri asla dışlayıcı olmamış, onları kucaklamış…” derken, İslâm’ın bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudiliği “kucaklamış” olduğunu mu imâ veya işâret etmeye çalışıyor acaba?
Şâyet böyle ise bu mantığa göre, İslâmiyet’in; kendisine âid imân ve i’tikâd esaslarını tasdik ve ikrar etmeyen Yahudi ve Hıristiyanları “kucaklaması” icap eder ki, o takdirde bunların Kur’ân tarafından hiçbir şübhe ve tereddüde mahal bırakmayacak tarzda (Kur’ân: 5/72,73; 9/30) tekfir edilmeleri ne ile ve nasıl izah edilecekdir?
Ve bu durumda: “İslâm, kendinden önceki İlâhî gelenekleri asla dışlayıcı olmamış, onları kucaklamış…” diye iddiâda bulunmak, Kur’ânî hakîkatler karşısında ne mânâ ifâde eder?
Sormak isteriz; Peygamberimiz aleyhisselâm, kimlerle harb etmişdi? O günkülerle bugünküler arasında ne gibi bir fark var acaba?
Hulefâ-i Raşidîn, eshab-ı güzîn kimlerle karşı harb etmişlerdi? Haklarında; “küffâra karşı ğayet şedîd, aralarında ise ğayet merhametlidirler” diye medh-i İlâhî vâkı’ olanlar kimler idi? Ve bu “şiddet” kimlere karşı idi?
Unutulmamalıdır ki; İslâm ancak hakkıyle kendi mensublarını “kucaklar” ve “kucaklayabilir”.
Yine “Kâfire kâfir demek mü’minin vazifesi değil. Kâfir demek insanın insanlığına saygısızlıktır” (F.Gülen’le 11 Gün, s. 87) diyenlere;
“De ki: Ey kâfirler! Tapmam o taptıklarınıza…” hıtâbı ile başlayan, Kur’ân-ı Kerîm’in 109. sûre-i celîlesini hatırlatmak isteriz. Ayrıca bu sûre-i celîlenin isminin de “Sûretü’l-Kâfirûn” olduğunun bilinmesini isteriz.
Bu hakikat karşısında; “Kâfire kâfir demek mü’minin vazifesi değil. Kâfir demek insanın insanlığına saygısızlıktır” ifâdesinin kime râci olduğunu sormak isteriz.
Temenni ederiz ki, böyle bir ifâde Hocaefendi’den sâdır olmamışdır.
Hocaefendi’ye isnâd ve izâfe edilen “Biz renk körleriyiz” ifâdesinin de son derece “muğlak”, “mübhem” ve her tarafa çekilmeye müsaid bir tabir olduğunu ifâde etmeliyiz. Zira “renk”, “fark”ı ifâde eder. “Fark”a itibar edilmemesi mümkin mi? Elbette hak ve bâtıl din ve mezhebler arasında derîn farklar vardır. Buna karşı kim istiğna gösterebilir?
Mezkûr mülakat şu cümlelerle sona ermektedir:
“Şahsımla röportaj adına sorduğunuz sorulara cevaplarım aşağıdadır. Saygılarımla arz eder, sağlık ve afiyetler dilerim.”
Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere, yukarıdaki cevabî ifâdeler, hemen süâle muhatab olunduğu anda irticâlen ve şifâhî olarak verilmemiş olup daha sonra üzerinde iyice düşünülerek, teemmül edilerek, tabir câizse anhâsı-minhâsı hesâb edilerek tahrîrî/yazılı olarak hazırlanmış bir cevab olmasındaki inceliğe de ayrıca dikkatleri çekmez isteriz.
Hâsılı Kelâm
Buraya kadar ifâde etmeye çalışdığımız “vahîm” ve bir o kadar da “muhâtaralı” husûslar, bir Müslüman için aslâ ve sûret-i kat’ıyyede tasavvur edilmesi mümkin değildir. Bunların Kitab ve Sünnet’in ışığında tahlil edilip, delillerinin zikredilmesine, takdir edersiniz ki, bu makalenin hacmi müsâid değildir. Ancak şu kadarını söylemek isteriz ki; bunların -ehlince malum olan- dinî ve şer’î hükümleri karşısında bîgâne kalmak gibi bir lüksümüz yokdur. Bildiğimiz doğruları, mutlaka söylemek mükellefiyetimiz vardır. Yukarıda arz etmeye çalışdığımız tesbitler karşısında ürpermemenin mümkin olmadığına inanıyoruz. Bununla beraber yanlış bir şey söylemiş isek, derhal tashihine müheyyayız. Hem hatadan rucû etmeyi, hem de özür beyan etmeyi biliriz.
Bütün samimiyetimizle şunu ifâde etmek isteriz ki; “Dinlerarası Diyalog ve hoşgörü” namı altında icra edilen hareket, tamamen bir “taviz” mevzûu haline gelmişdir. Mazeret olarak da; şayet bu “tavizler” verilmeseydi, bugün bütün dünyayı kucaklayıcı hizmetlerde gelinen nokta, ve kat’edilen mesâfeye ulaşmak mümkin olur muydu, gibi bahânelerin ileri sürüldüğünü görüyoruz.
Bu mâzeretlerin ne dereceye kadar makbul ve mûteber olup olmadığını; İsrâ: 73 ve Kalem: 8 ve müteâkip âyet-i celîlelerinin ışığında, nasib olursa, inşallah bir başka makalede arz etmek istiyoruz.
(Gureba dergisi 12. sayı)