BÖLÜM 1: YENİ BİR TÜR HEGEMONYA
HEGEMONYA İNSANLIK KADAR ESKİDİR. Ama Amerika’nın var olan küresel
üstünlüğü, ortaya çıkışının hızlılığı, dünya çapındaki faaliyet alanı ve
uygulanış biçimiyle diğerlerinden ayrılır. Tek bir yüzyıl içerisinde
Amerika kendini, Batı Yarıküre’de oldukça soyutlanmış bir ülkeden dünya
çapında örneği görülmemiş bir erişim ve kontrol gücüne sahip bir ülkeye
dönüştürmüş ve aynı zamanda uluslararası dinamikle dönüştürülmüştür.
KÜRESEL ÜSTÜNLÜĞE GİDEN KISA YOL
1898’deki İspanya-Amerika Savaşı Amerika’nın ilk denizaşırı fetih
savaşıydı. Amerikan gücünü Pasifik’in ilerisine, Hawaii’den öteye,
Filipinler’e kadar taşıdı. Yüzyıl dönümünde, Amerikan strateji uzmanları
her iki okyanusta da etkin donanma üstünlüğü için doktrin geliştirmekle
uğraşıyorlardı ve Amerikan donanması çoktan İngiltere’nin “dalgalara
hükmettiği” fikrine meydan okumaya başlamıştı. Amerika’nın, Monroe
Doktrini ile yüzyılın başında açıkça ilan edilmiş olan ve sonra da
Amerika’nın ileri sürdüğü “kader bildirgesi (manifest destiny)” ile
haklılığı savunulan Batı Yarıküre’nin güvenliğinin tek koruyucusu olarak
özel statü talepleri, hem Atlantik hem Pasifik Okyanusu’nda donanma
hâkimiyetini kolaylaştıran Panama Kanalı’nın yapımı ile daha da
artmıştı.
Amerika’nın artan jeopolitik hırslarının temelleri ülke ekonomisinin
hızlı endüstrileşmesine dayandırılmıştır. I. Dünya Savaşı’nın
başlangıcına kadar, Amerika’nın büyüyen ekonomik gücü, dünyanın lider
endüstriyel gücü olan İngiltere’nin önüne geçerek- hâlihazırdaki küresel
GSMH’nin %33’ü olmuştur. Bu dikkate değer ekonomik dinamizm,
deneyselliği ve yeniliği tercih eden kültürden beslenmiştir. Amerika’nın
siyasi kurumlan ve serbest piyasa ekonomisi, modası geçmiş ayrıcalıklar
veya katı sosyal hiyerarşiler yüzünden kişisel hayallerinin peşinden
koşmaları engellenmediği için, hırslı ve toplumsal putlara saldıran
yaratıcı kişilere benzeri görülmemiş fırsatlar sunmuştur. Kısaca, ulusal
kültür az rastlanır bir şekilde ekonomik büyümeyle uyumludur. Üstelik
yurtdışındaki en yetenekli bireyleri kendine çekip hızla asimile ederek,
ulusal gücün büyümesine de olanak sunmuştur.
1. Dünya Savaşı, Amerikan askeri kuvvetlerinin Avrupa içerisine kitlesel
yayılımı için ilk fırsatı sağlamıştır. 1. Dünya Savaşı öncesinde
nispeten yalıtılmış olan bir güç, seri biçimde Atlantik’in bir yanından
diğer yanına yüz binlerce askerini sevk etmiştir; uluslararası arenada
önemli yeni bir oyuncunun ortaya çıkışını haber veren, benzeri
görülmemiş büyüklükte ve geniş faaliyet alanına sahip, okyanuslararası
askeri bir sefer. Savaşın, Avrupa’nın uluslararası sorunlarına çözüm
arayışında Amerikan ilkelerinin uygulanması yönünde Amerika’nın ilk
önemli diplomatik çabalarını teşvik etmesi de aynı derecede önemlidir.
Woodrow Wilson İlkeleri’nin ünlü On Dört Maddesi Amerikan kuvvetleri ile
takviye edilen Amerikan idealizminin Avrupa jeopolitiğine sokulmasını
temsil eder. (Amerika Birleşik Devletleri, I. Dünya Savaşı’ndan on beş
yıl önce, Rusya ve Japonya arasındaki Uzakdoğu Savaşı’nda önemli bir rol
üstlenmek suretiyle artan uluslararası önemini de göstermiştir.)*
Böylece Amerikan idealizmi ve Amerikan gücünün birleşmesi kendisini tüm
dünya sahnesinde tam anlamıyla hissettirmiştir.
* 8 Şubat 1904 yılında Japonya’nın Rusya’ya saldırmasıyla başlayan
Uzakdoğu Savaşı ve Başkan Roosevelt’in çabalarıyla Eylül 1905’te
imzalanan Portsmouth Anlaşması.
Kesin olarak ifade etmek gerekirse, I. Dünya Savaşı yine de ağırlıklı
olarak Avrupa savaşıdır, küresel bir savaş değildir. Ama öz-yıkıcı
karakteri, Avrupa’nın, dünyanın geri kalanı üzerindeki siyasi, ekonomik
ve kültürel hegemonyasının bitişinin başlangıcını belirlemiştir. Savaş
esnasında, hiçbir Avrupa gücü kesin olarak üstünlük sağlayamamıştır.
Savaşın sonucu, ağırlıklı olarak, Avrupa dışı yükselen güç Amerika’nın
savaşa girişiyle belirlenmiştir. Bunun sonrasında Avrupa, gittikçe,
küresel güç siyasetinin öznesi olmak yerine nesnesi olacaktır.
Ancak, Amerika’nın küresel liderliğinin bu kısa süreli patlaması
Amerika’nın dünya meseleleriyle sürekli olarak ilgilenmesine neden
olmadı. Bunun yerine Amerika hızla, kendini mutlu eden soyutlanma ve
idealizmin birleşiminden oluşan inzivasına geri döndü. Her ne kadar
20’li yılların ortalarında ve 30’lu yılların başında Avrupa kıtasında
totalitarizm güç kazanıyorduysa da o zamanlar İngiliz donanmasını
gerilerde bırakan iki okyanusluk filoyu da içeren Amerikan gücü bunun
dışında kaldı. Amerikalılar küresel siyasete seyirci kalmayı tercih
ettiler.
Bu geri çekilmeye yatkınlık, Amerika’nın kıtasal bir ada olduğu bakışına
dayanan Amerikan güvenlik kavramıyla tutarlılık içindeydi. Amerikan
stratejisi kıyılarını korumaya odaklanmıştı. Uluslararası veya küresel
etmenlerin düşünülmediği, dar kapsamlı bir ulusal bakış açısına sahipti.
Önemli uluslararası oyuncular halen Avrupa güçleri ve gittikçe yükselen
Japonya’ydı.
Dünya siyasetindeki Avrupa devri, gerçek anlamda ilk küresel savaş olan
II. Dünya Savaşı sürecinde kesin olarak sona ermiştir. Bu savaşta
eşzamanlı olarak üç kıtada çarpışılmış, Atlantik ve Pasifik
Okyanuslarının her ikisinde de yoğun mücadeleler olmuştur. Savaşın
küresel boyutları, İngiliz ve Japon askerleri, uzak bir Batı Avrupa
adasını ve uzak bir Doğu Asya adasını temsilen, Hindistan-Burma
sınırlarında, evlerinden binlerce mil uzakta çarpıştıklarında sembolik
olarak gösterilmiştir. Avrupa ve Asya tek bir savaş alanına dönüşmüştür.
Eğer savaşın sonucu Nazi Almanya’sı için kesin bir zafer olsaydı, o
zaman tek bir Avrupa gücü küresel üstünlükle ortaya çıkabilirdi.
(Japonya’nın Pasifik’teki zaferi bu ulusa Uzakdoğu’nun egemeni rolünü
kazandıracaktı, ama her durumda, Japonya yine de sadece bölgesel egemen
olarak kalacaktı.) Bunun yerine, Almanya’nın yenilmesi, büyük oranda iki
Avrupa dışı muzaffer ülke -Avrupa’nın başaramadığı küresel üstünlük
arayışlarının halefleri olan- Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler
Birliği tarafından kesinleştirildi.
Savaştan sonraki 50 yıla, küresel üstünlük amaçlı iki kutuplu
Amerikan-Sovyet çekişmesi egemen oldu. Bazı açılardan, Amerika Birleşik
Devletleri ve Sovyetler Birliği arasındaki çekişme jeopolitik
uzmanlarının en sevdikleri teorinin gerçekleştirilmesini temsil
ediyordu: Hem Atlantik hem Pasifik Okyanusu’nda egemen olan, dünyanın en
önemli deniz kuvvetleri, (Moğol İmparatorluğu’nun kapladığı toprakları
hatırlatan) Avrasya’nın merkezi topraklarında hüküm süren dünyanın en
önemli kara kuvvetlerine karşı yarışıyordu. Jeopolitik boyut daha net
olamazdı: Büyük ödül dünya için Kuzey Amerika ve Avrasya karşı karşıya.
Kazanan, dünyaya tamamen hâkim olacaktı. Bir kez zafer elde edildikten
sonra, kazananın yolunda durabilecek başka kimse yoktu.
Her iki rakip de, kaçınılmaz zafere olan güçlü inancını desteklerken,
gerekli çabaları savunan ve tarihi iyimserlikle aşılanan kendi ideolojik
çağrısını dünya çapında beyan etti. Küresel egemenliği ele geçirmeyi
ümit eden, ama hiçbiri Avrupa’da kesin bir üstünlük göstermeyi
başaramamış sömürgeci Avrupalıların tersine, her rakip kendi bölgesinde
açıkça egemendi. Ve her biri, bir anlamda din savaşları çağını
hatırlatan bir şekilde, güdümlü devletlerini ve tebaasını kendi
egemenliği altında tutuşunu güçlendirmek için ideolojisini kullandı.
Küresel jeopolitik faaliyet alanları ile rekabet eden dogmaların iddia
edilen evrenselliklerinin birleşimi, rekabete benzersiz bir yoğunluk
katıyordu. Ama yine küresel imalarla dolu olan başka bir etmen yarışı
gerçekten eşsiz kıldı. Nükleer silahların ortaya çıkışı, klasik biçimde
ödün vermeyen bir savaşın, yalnızca karşılıklı olarak birbirlerinin
yıkımına sebep olmakla kalmayacağı, insanlığın önemli bir bölümü için de
ölümcül sonuçlar doğuracağı anlamına geliyordu. Bu nedenle her iki
rakip de eşzamanlı olarak zıtlaşmanın yoğunluğunu sıra dışı bir
özdenetime tabi tuttu.
Jeopolitik anlamda zıtlaşma büyük ölçüde Avrasya bölgesinde sürdü.
Çin-Sovyet bloğu Avrasya’nın büyük kısmında egemendi, ama kendi
bölgesini çevreleyen alanlarda hâkim değildi. Kuzey Amerika büyük
Avrasya Kıtası’nın hem en batı hem en doğu kıyılarına yerleşmeyi
başardı. Batı cephesinde Berlin ablukasıyla ve doğuda Kore Savaşı’yla
somutlaşan bu kıtasal direnek noktaları savunması, Soğuk Savaş olarak
bilinmeye başlanan durumun ilk stratejik sınavı oldu.
Soğuk Savaş’ın son aşamasında, Avrasya haritasında, güneyde, üçüncü bir
savunma cephesi belirdi. Sovyetlerin Afganistan’ı işgali, Amerika’nın
iki bileşenli karşılığına yol açtı: Sovyet ordusunu bozguna uğratmak
amacıyla yerli Afganlı direnişçilere doğrudan ABD yardımı ve Sovyet
siyasi veya askeri gücünün güneyde daha ileri yayılımını önlemek
amacıyla Basra Körfezi’ndeki Amerikan askeri mevcudiyetinin büyük ölçüde
arttırılması. Amerika Birleşik Devletleri, Batı ve Doğu Avrasya’daki
güvenlik çıkarlarını göz önüne alarak Basra körfez bölgesinin
savunulmasını üstleniyordu.
Bir nükleer savaş korkusu ile her iki taraf da son ana dek doğrudan bir
askeri çatışmadan kaçınırken, Avrasya bloğunun tüm Avrasya üzerinde
fiili olarak etkili olma çabalarının Kuzey Amerika tarafından başarıyla
önlenmesi, mücadelenin sonucunun askeri olmayan yöntemlerle belirlendiği
anlamına geliyordu. Siyasi canlılık, ideolojik esneklik, ekonomik
dinamizm ve kültürel çekicilik belirleyici ölçütler olmuştu.
Çin-Sovyet bloğu yirmi yıldan az bir sürede dağılırken, Amerika’nın
önderliğindeki koalisyon birliğini koruyordu. Bu kısmen, demokratik
koalisyonun, komünist kampın hiyerarşik ve dogmatik ama aynı zamanda
kırılgan doğasının tersine, çok daha esnek olmasına bağlıydı. Demokratik
koalisyon, resmi doktrinsel bir biçim olmaksızın paylaşılan değerleri
kapsıyordu. Komünist bloksa sadece tek geçerli yorum odağı olan dogmatik
Ortodoksluğu vurguluyordu. Aynı zamanda Amerika’nın başlıca güdümlü
devletleri kendinden önemli ölçüde zayıftı, oysa Sovyetler Birliği Çin’e
sonsuza kadar kendisinin astıymış gibi davranamazdı. Sonuç olarak
Amerika ekonomik ve teknolojik olarak çok daha dinamik olduğunu
kanıtladı. Sovyetler Birliği’yse giderek dinamizmini kaybetti.
Amerika’yla, ne ekonomik büyümede ne de askeri teknolojide etkin olarak
rekabet edebildi. Ekonomik çöküş ideolojik moral bozukluğunu da
beraberinde getirdi.
Aslında, Sovyet askeri gücü ve Batılılarda uyandırdığı korku, uzun bir
süre iki rakip arasındaki esas farkı gizledi. Çok açıktı ki Amerika çok
daha zengindi, teknolojik olarak çok daha ileriydi, askeri olarak daha
esnek ve yenilikçi, toplumsal olarak daha yaratıcı ve çekiciydi.
İdeolojik baskılar,
Sovyetler Birliği’nde sistemi gittikçe daha katı, ekonomiyi daha müsrif,
teknolojik olarak da daha az rekabet edebilir hale getirerek yaratıcı
potansiyeli de çökertti. Karşılıklı olarak yok edici bir savaş çıkmadığı
sürece, uzayıp giden bir rekabette ibre sonunda Amerika Birleşik
Devletleri’ni gösterecekti.
Nihai sonuç önemli ölçüde kültürel etmenlerden de etkilendi. Amerika’nın
önderliğindeki koalisyon genel olarak Amerika’nın siyasi ve toplumsal
kültürünün olumlu pek çok niteliğini benimsedi. Amerika’nın Avrasya
Kıtası’nın batı ve doğu bölgesindeki en önemli iki müttefiki Almanya ve
Japonya’nın her ikisi de Amerikalı olan her şeyi neredeyse dizginlenemez
bir hayranlıkla ekonomilerine kattılar. Amerika birçok kişi tarafından,
geleceği temsil eden, hayran olunacak ve imrenilecek bir toplum olarak
algılanıyordu.
Rusya ise, tam tersine, kültürel olarak, Orta Avrupalı güdümlü
devletlerinin pek çoğu tarafından küçümseniyordu ve doğudaki başlıca güç
olan ve kendine güveni artan müttefiki Çin tarafından giderek daha
fazla hor görülüyordu. Orta Avrupalılar için Rusya’nın egemenliği,
felsefi ve kültürel vatanları olarak gördükleri Batı Avrupa’dan ve onun
Hıristiyan dini geleneklerinden yalıtım anlamına geliyordu. Daha da
kötüsü, Orta Avrupalıların -genellikle haksız bir şekilde de olsa-
kültürel olarak kendilerinden daha aşağıda gördükleri insanların
egemenliğinde olmaları anlamına geliyordu.
Dillerinde “Rusya” sözcüğü “aç ülke” anlamına gelen Çinliler daha da
kibirliydiler. Her ne kadar başlangıçta Çinliler, Moskova’nın evrensel
Sovyet modeli iddialarının doğruluğunu sessizce tartıştılarsa da Çin
Komünist Devrimi’ni takip eden on yıl içerisinde Moskova’nın ideolojik
üstünlüğüne iddialı bir meydan okumaya giriştiler ve hatta kuzeyli
barbar komşularına karşı geleneksel küçümsemelerini açıkça ifade etmeye
başladılar.
Sonunda, Sovyetler Birliği’nin içindeki nüfusun %50’sini oluşturan Rus
olmayan kesim de Moskova’nın egemenliğini reddetti. Rus olmayanların
yavaş yavaş uyanışı Ukraynalıların, Gürcülerin, Ermenilerin ve
Azerilerin, Sovyet gücünü, kendilerinden kültürel olarak üstün olmayan
insanların yabancı sömürgeci egemenliği olarak görmeye başladığı
anlamına geliyordu. Orta Asya’da ulusal talepler daha zayıf olsa da,
burada insanlar yavaş yavaş başka yerlerde artık sömürgeciliğin bittiği
bilgisiyle desteklenen İslami kimlik hissiyle de fazla tahrik
olmuşlardı.
Kendinden önceki pek çok imparatorluk gibi Sovyetler Birliği de sonunda
kendi içerisinde patladı ve parçalandı; çöküşü doğrudan askeri
yenilgiden ziyade ekonomik ve toplumsal gerginliklerle ivmelenen bir
dağılmaydı. Yazgısı, bir akademisyenin şu gözlemini doğrulamıştır:
“İmparatorluklar doğaları gereği siyasi olarak istikrarsızdır; çünkü
bağımlı birimler her zaman daima daha fazla bağımsızlığı tercih eder ve
bu tür birimlerdeki muhalif seçkinler fırsat yakaladıklarında daha fazla
bağımsızlık kazanmak için harekete geçer. Bu anlamda, imparatorluklar
çökmez; daha ziyade dağılırlar. Bu bazen olağanüstü şekilde hızlı olursa
da, genelde çok yavaş olur.” [1]
İLK KÜRESEL GÜÇ
Rakibinin çöküşü Amerika Birleşik Devletleri’ni emsalsiz bir konumda
bıraktı. Amerika dünyanın ilk ve aynı zamanda tam anlamıyla gerçek
küresel gücü oldu. Ama gene de, Amerika’nın küresel üstünlüğü, daha
sınırlı bölgesel etkinliklere dayanmasa da bazı açılardan eski
imparatorlukları hatırlatmaktadır. Bu imparatorluklar, güçlerini,
güdümlü devletler, tebaalar, himayelerindeki devletler ve koloniler
hiyerarşisine dayandırmış ve bunlar dışında kalanları barbar olarak
görmüşlerdi. Belli bir dereceye kadar, bu çağdışı terminoloji
Amerika’nın yörüngesindeki bazı devletler için bütünüyle uygunsuz
değildir. Geçmişte olduğu gibi, Amerika’nın “emperyalist” gücünün
kullanılışı, büyük ölçüde, üstün nitelikli örgütlenmesinden, ekonomi ve
teknoloji alanındaki geniş kaynaklarını askeri amaçlar için hızla
harekete geçirebilme kabiliyetinden, Amerikan tarzı hayatın muğlak ama
yine de belirgin kültürel cazibesinden, Amerikan toplumsal ve siyasi
seçkinlerinin halis dinamizmlerinden ve doğalarındaki rekabet
duygusundan gelmektedir.
Eski imparatorluklar da bu özelliklere sahipti. İlk akla gelen Roma’dır.
Roma İmparatorluğu kabaca iki buçuk yüzyılda, önce kuzey ve sonra batı
ve güneydoğu boyunca sürdürülen toprak genişlemesi ve aynı zamanda
Akdeniz’in tüm kıyıları üzerinde etkin bir deniz denetimi ile
kurulmuştur. Coğrafik anlamda zirveye MS 210 yılında ulaşmıştır.
Roma’nınki merkezileştirilmiş bir yönetim sistemi ve kendine yeterli tek
bir ekonomiydi. Yayılmacı gücü, kasten ve maksatlı olarak, karmaşık
siyasi ve ekonomik örgütlenmeler ile uygulanıyordu. Başkent merkezli,
stratejik olarak tasarlanmış kara ve denizyolları sistemi, önemli bir
güvenlik tehdidi durumunda, çeşitli güdümlü devletlerde ve tebaa
eyaletlerde konuşlanmış olan Roma lejyonlarının hızla yerlerini
değiştirmelerine olanak sağlıyordu.
İmparatorluğun doruk noktasında, dışarıdaki Roma lejyonlarında
konuşlandırılmış asker sayısı üç yüz binden daha az değildi. Bu dikkate
değer güç, Roma’nın taktik ve teçhizat üstünlüğünün yanı sıra, merkezin
nispeten hızlı biçimde askerlerin yerlerini kaydırabilme yeteneğiyle
daha da öldürücü oluyordu. (Çok daha fazla bir nüfusa sahip olan üstün
güç Amerika’nın, 1996’da, egemenlik alanının dış menzillerini denizaşırı
bölgelerde 296.000 profesyonel askerle koruması da dikkat çekicidir.)
Ancak, Roma’nın yayılmacı gücü önemli bir psikolojik gerçekten de
kaynaklanıyordu. Civis Romanus sum, “Ben Roma vatandaşıyım”, olabilecek
en iyi kendini tanımlama biçimi, gurur kaynağı ve pek çoklarınınsa
emeliydi. Sonunda Roma doğumlu olmayanlara bile verilen Roma
vatandaşlığının bu yüceltilmiş konumu, yayılmacı gücün misyon anlayışını
haklı çıkaracak kültürel üstünlüğün ifadesiydi. Bu sadece Roma’nın
hâkimiyetini yasallaştırmakla kalmıyor, üstelik kendisine tabi olanları
asimile olmaya ve yayılmacı yapıya katılmaya da meylettiriyordu. Böylece
yöneticiler tarafından bahşedilen ve boyun eğenler tarafından kabul
edilen kültürel üstünlük yayılmacı gücü destekliyordu.
Bu üstün ve büyük ölçüde kabul edilmiş yayılmacı güç üç yüzyıl sürdü.
Bir dönem -yakınındaki Kartaca ve doğu ucundaki Part İmparatorluğu’nun
meydan okuması haricinde- dış dünya büyük ölçüde barbar, iyi organize
olmamış, çoğu zaman sadece düzensiz saldırılar düzenleme kabiliyetinde
ve kültürel olarak açıkça daha alt seviyedeydi. İmparatorluk iç
canlılığını ve birliğini koruyabildiği sürece, dış dünya rekabet
edebilecek durumda değildi.
Üç temel sebep Roma İmparatorluğu’nun nihai çöküşüne yol açtı. İlki,
imparatorluk tek bir merkezden yönetilemeyecek kadar büyüdü;
imparatorluğu batı ve doğu olmak üzere iki bölgeye ayırmak, gücünün
tekelci özelliğini yok etti. İkincisi, gereğinden fazla süren merkezi
imparatorluk dönemi siyasi seçkinlerin büyüklük arzularının altını yavaş
yavaş oyan kültürel bir hedonizm yarattı. Üçüncü olarak, sürekli
enflasyon, sistemin, vatandaşların toplumsal fedakârlıklar olmaksızın
kendini devam ettirebilme kabiliyetinin temelini çökertti. Kültürel
bozulma, siyasi bölünme ve enflasyon Roma’yı yakınlarındaki barbarlara
karşı bile savunmasız bıraktı.
Çağdaş standartlar açısından, Roma, tam anlamıyla küresel bir güç değil,
bölgesel bir güçtü. Ancak o zamanlardaki kıtalar arasındaki
yalıtılmışlık durumu göz önüne alındığında, Roma’nın bölgesel gücü
kendine yeterli ve soyutlanmıştı, yakın ve hatta uzak herhangi bir
rakibi yoktu. Bu nedenle Roma İmparatorluğu, kendini sonraki daha büyük
ölçekli yayılmacı sistemlerin öncüsü yapan üstün siyasal örgütlenmesi ve
kültürel üstünlüğü ile başlı başına bir dünyaydı.
Buna rağmen, Roma İmparatorluğu tek örnek veya benzersiz değildi. Roma
ve Çin İmparatorlukları, birbirlerinden haberdar olmamalarına rağmen
hemen hemen aynı zamanlarda ortaya çıktılar. M.Ö. 221 yılına kadar (Roma
ve Kartaca arasındaki Fön Savaşları’na kadar) var olan yedi devletin
Çin tarafından Çin İmparatorluğu çatısı altında birleştirilmesi, iç
krallığı, sınırların ötesindeki barbar dünyadan korunmak için Kuzey
Çin’de Çin Seddi’nin inşasına teşvik etmişti. Daha sonra MÖ 140
yıllarında ortaya çıkan Hun İmparatorluğu, hâkimiyet alanı ve örgütlenme
açısından daha da etkileyiciydi. Hıristiyanlık çağının başlangıcına
kadar, 57 milyondan fazla insan Hun egemenliği altındaydı. Daha önce
benzeri görülmemiş bu nüfus, merkezi ve acımasız bir bürokrasiyle
gerçekleştirilen olağanüstü etkili bir merkezi denetimin varlığını
ispatlıyordu. İmparatorluğun nüfuzu, Moğolistan’ın bazı bölgelerine ve
bugünkü sınırlarıyla Kore’ye ve Çin’in kıyı bölgelerinin büyük
çoğunluğuna kadar uzanıyordu. Ancak Roma gibi, Hun İmparatorluğu da iç
hastalıklara yakalandı ve nihai çöküşü, MS 220 yılında üçe bölünmesiyle
hızlandı.
Çin’in daha sonraki tarihi, bozulma ve parçalanmaların takip ettiği
yeniden birleşme ve genişleme dönemlerini içerir. Çin birkaç kez kendine
yeterli, yalıtılmış, örgütlü, dış rakipler tarafından tehdit edilmeyen
imparatorluk sistemleri kurmayı başardı. Hun imparatorluğunun üçe
bölünmesi, imparatorluk sistemine benzer bir sistemin yeniden ortaya
çıkmasıyla, MS 589 yılında aksi yönde değişime uğradı. Ama Çin’in en
büyük yayılmacı iddiası, Mançular döneminde, özellikle erken Ch’ing
Hanedanlığı döneminde başladı. XVIII. yüzyıla kadar Çin, bir kez daha
olmak üzere, imparatorluk merkezinin güdümlü devletler ve tebaalarla
çevrelendiği, bugünkü Kore, Hindiçini, Tayland, Burma ve Nepal’i içine
alan tamamıyla gelişmiş bir imparatorluktu. Böylece Çin’in iktidarı
bugünkü Rus Uzakdoğusu’ndan Sibirya’nın güneyine ve Baykal Gölü boyunca,
bugünkü Kazakistan’a, güneyde Hint Okyanusu’na, doğuda ise Laos’a ve
Kuzey Vietnam’a kadar uzanıyordu.Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi,
imparatorluk, karmaşık bir maliye, ekonomi, eğitim ve güvenlik
örgütlenmesiydi. Bu geniş bölge ve burada yaşayan 300 milyondan fazla
kişi üzerindeki denetim, merkezi siyasal otorite şiddetle vurgulanarak,
dikkate değer ölçüde etkili bir kurye sistemi ile desteklenen örgütlenme
yöntemleriyle sağlanıyordu. Tüm imparatorluk Pekin merkez alınarak, her
biri bir kuryenin sırasıyla bir hafta, iki hafta, üç hafta ve dört
haftada erişebileceği sınırlarla belirlenmiş dört bölgeye ayrılmıştı.
Profesyonel eğitim almış ve rekabete dayalı bir sistemle seçilmiş
merkezi bürokrasi birliğin gücünü sağlıyordu.
Birlik, yine Roma’da olduğu gibi, güçlü biçimde hissedilen ve derine kök
salmış -uyum, hiyerarşi ve disiplin vurgusuyla ve imparatorluk
felsefesiyle uyuşan Konfüçyusçulukla zenginleştirilmiş- kültürel
üstünlük kanısıyla destekleniyor, meşrulaştırılıyor ve korunuyordu.
Kutsal bir imparatorluk olan Çin, dünyanın merkezi olarak görülüyor,
çevresi ve ötesinde ise sadece barbarlar olduğu düşünülüyordu. Çinli
olmak kültürlü olmak demekti ve bu nedenle dünyanın geri kalanı Çin’e
riayet etmeye mecburdu. Bu özel üstünlük duygusu, Çin’in gerileme
dönemine girdiği XVIII. yüzyıl sonlarında dahi, Çin imparatoruna,
elçileri vasıtasıyla Çin’i ticari ilişkiler kurmaya ikna etmeye çalışan
ve iyi niyet göstergesi olarak İngiltere’nin endüstriyel ürünlerinden
bazılarını hediye olarak sunan Büyük Britanya Kralı III. George’a şu
cevabı verme hakkını tanıyordu:
“Biz, göklerin(Tanrıların) inayetiyle, İmparator, İngiltere Kralı’na
bizim buyruklarımızı dikkate almasını buyururuz: Dört denizde hüküm
süren Göksel(kutsal) İmparatorluk ne nadide ve kıymetli şeylere değer
verir ne de ülkenizin mamullerine en ufak bir ihtiyaç duyar. Dolayısıyla
biz, saygıdeğer elçilerinize selametle ülkelerine dönmelerini buyurduk.
Siz, Ey Kral, sadakatinizi güçlendirip ve daimi itaatkârlığınıza dair
yemin etmek suretiyle bizim isteklerimize uygun davranmalısınız.”
Diğer Çin imparatorluklarının gerilemesi ve çökmesi de asıl olarak iç
etmenlere bağlıydı. Moğol ve daha sonra batılı “barbarlar” hüküm
sürdüler, çünkü içteki yorgunluk, bozulma, hazcılık ve hem ekonomik hem
askeri yaratıcılığın kaybı Çin iradesinin temellerini zayıflattı ve
çöküşünü hızlandırdı. Dış güçlerin, 1839-1842’de Afyon Savaşları’nda ve
Japonya’nın bundan bir yüzyıl sonra Çin’in iç sıkıntılarını kullanması,
Çin’i XX. yüzyıl boyunca motive eden, derin aşağılık duygusunu doğurdu.
Bu aşağılık duygusu Çinlilerin kökleşmiş kültürel üstünlük duyguları ile
imparatorluk sonrası Çin’in küçük düşürücü siyasi gerçekleri arasındaki
zıtlıklar nedeniyle son derece şiddetliydi.
Roma’nın durumuna çok benzer şekilde, Çin İmparatorluğu bugün bölgesel
bir güç sınıfına sokulabilir. Ama görkemli günlerinde, Çin’in
imparatorluk statüsüne meydan okuyabilecek ve hatta Çin genişlemek
isterse buna direnecek, kendisine eş bir küresel güç yoktu. Çin sistemi
kendine yeterli ve kendini devam ettirebilen, öncelikle paylaşılan etnik
kimlik üzerine temellenmiş, merkezi gücün etnik yabancılara ve coğrafi
çevrede yer alan tebaalara nispeten sınırlı sunulduğu bir sistemdi.
Büyük ve etkin etnik çekirdek, Çin’in periyodik olarak imparatorluğu
restorasyonunu mümkün kıldı. Bu açıdan Çin, sayı olarak az ama egemen
olmaya istekli insanların, çok daha büyük etnik yabancı nüfuslar
üzerinde egemenliğini kabul ettirip sürdürdüğü diğer imparatorluklardan
farklıydı. Ancak, böyle ufak çekirdekli imparatorlukların etkinlikleri
bir kez baltalandı mı imparatorluğun restorasyonu söz konusu olamıyordu.
Küresel gücün günümüzdeki tanımına daha yakın bir analoji bulmak için
Moğol İmparatorluğu olgusuna bakmalıyız. Ortaya çıkışı, büyük ve iyi
organize olmuş karşıt güçlerle yapılan yoğun mücadelelerle sağlanmıştır.
Yenilenler arasında, Polonya ve Macaristan krallıklarının, Kutsal Roma
İmparatorluğunun, pek çok Rus ve Rusya prensliklerinin, Bağdat
Halifeliği’nin ve hatta daha sonra, Çin’in Sung Hanedanlığının askeri
kuvvetleri bulunuyordu.
Cengiz Han ve onun halefleri bölgesel rakiplerini yenerek, daha sonra
jeopolitik bilimi akademisyenlerinin, küresel merkezi bölge veya dünya
gücünün ekseni olarak saptadıkları alanda merkezi denetimi kurdular.
Moğolların Avrasya Kıtası’ndaki imparatorlukları, Çin Denizi
kıyılarından Küçük Asya’da Anadolu’ya ve Orta Avrupa’ya kadar
uzanıyordu. Stalinist Çin-Sovyet bloğunun görkemli günlerine kadar,
komşu bölgelerdeki denetimi açısından Avrasya’daki Moğol
İmparatorluğu’nun benzeri olmadı.
Roma, Çin ve Moğol İmparatorlukları küresel gücün sonraki taliplerinin
bölgesel öncüleriydi. Daha önce belirtildiği gibi, Roma’da ve Çin’de
imparatorluk yapısı hem siyasi hem ekonomik olarak son derece gelişmişti
ve merkezin kültürel üstünlüğünün yaygın olarak kabul görmesi önemli
bir birleştirici işleve sahipti. Moğol İmparatorluğu, tam tersine,
denetimi daha çok doğrudan askeri fetih ve ardından yerel koşullara uyum
sağlayarak, hatta asimilasyonla sağladı.
Moğol İmparatorluğu’nun gücü büyük oranda askeri etkinliğe dayanıyordu.
Askeri kuvvetlerin tam vaktinde toplanma ve hızlı hareket etme
kapasitesi ve bu kapasiteyle birleştirilen üstün askeri taktiklerin
zekice ve acımasızca uygulanması ile sağlanan Moğol gücü, ne Moğol
yönetimi için organize bir ekonomik ve mali sistem gerektiriyordu, ne de
Moğol otoritesinin kültürel üstünlük iddiasından beslenmesi
gerekiyordu. Moğol yöneticiler kendini tekrar tekrar üretebilen yönetici
sınıfı oluşturabilmek için sayıca çok azdılar ve her durumda
tanımlanmış ve kendinin bilincinde olan kültürel ve hatta etnik üstünlük
duygusunun yokluğu imparatorluk seçkinlerini gerekli olan öznel
güvenden yoksun bırakıyordu.
Aslında Moğol yöneticiler, fethettikleri halkların kültürel olarak
kendilerinden daha üst düzeyde olanlarının aşamalı asimilasyonuna
oldukça yatkın olduklarını gösterdiler. Nitekim Cengiz Han’ın
torunlarından biri, Büyük Hun İmparatorluğunun Çin bölümünün imparatoru,
Konfüçyüsçülüğün ateşli bir yayıcısı oldu, bir diğeri Pers sultanı
olarak mevkiinin izin verdiği ölçüde adanmış bir Müslüman oldu ve bir
üçüncüsü Orta Asya’nın kültürel olarak Pers hükümdarı oldu.
Etkin bir siyasi kültürün olmaması sebebiyle yöneticilerin yönetilenler
tarafından asimile edilmesi ve imparatorluğu kuran büyük hanın yerine
kimin geçeceği sorununun çözülememesi imparatorluğun sonunda yok
olmasına sebep oldu. Moğol bölgesi tek bir merkezden yönetilemeyecek
kadar büyümüştü; imparatorluğu kendine yeterli parçalara bölerek sorunu
çözme girişimi daha da hızlı bölgesel asimilasyona yol açtı ve
imparatorluğun dağılmasını hızlandırdı. Dünyanın en büyük karasal
imparatorluğu, 1206-1405 yılları arasında iki yüz yıl hüküm sürdükten
sonra, hiçbir iz bırakmadan ortadan kayboldu.
Sonrasında Avrupa hem küresel üstünlük bölgesi hem de küresel güç için
mücadelenin odağı haline geldi. Aslında, yaklaşık olarak üç yüz yıl
boyunca, Avrasya Kıtası’nın küçük kuzeybatı bölgesi -deniz gücünün
kullanımı ile ve tarihte ilk kez- bir Avrupalı gücün ulaştığı gerçek
küresel egemenliğe ulaştı ve yerkürenin her kıtasında kendini kabul
ettirdi. Batı Avrupalı imparatorluk hükümranlarının nüfus açısından
sayıca az olması, özellikle boyun eğdirilenlerin sayısı göz önüne
alındığında, dikkate değerdir. Daha XX. yüzyılın başlarında, iki yüz yıl
önce Batı Avrupa’nın kontrolüne girmiş olan ve ağırlıklı olarak
Avrupalı göçmenlerin ve onların soyundan gelen kimselerin yaşadığı Batı
Yarıküre’nin dışında sadece Çin, Rusya, Osmanlı İmparatorluğu ve
Etiyopya, Batı Avrupa egemenliğinin dışındaydı.
Ancak, Batı Avrupa egemenliği, küresel gücün Batı Avrupa tarafından ele
geçirilmesi ile eşdeğer değildi. Temel gerçek, Avrupa’nın medeni
kültürel üstünlüğü ve parçalanmış Avrupa’nın kıtasal gücüydü. Moğollar
ve daha sonra Rus İmparatorluğu’nun Avrasya’nın merkezi topraklarını
fethetmelerinden farklı olarak, Avrupa’nın denizaşırı yayılmacılığı
aralıksız okyanus ötesi keşifler ve deniz ticaretinin büyümesiyle elde
edilmişti. Ancak bu süreç lider Avrupa devletleri arasında sadece
denizaşırı bölgelerde değil Avrupa’da da egemenlik kazanabilmek için
sürekli mücadeleyi içeriyordu. Bunun jeopolitik sonucu Avrupa’nın
küresel egemenliğinin herhangi bir Avrupa gücünün Avrupa’daki
egemenliğinden kaynaklanmadığı olgusuydu.
Daha genel olarak söylemek gerekirse, XVII. yüzyılın ortalarına kadar
İspanya zirvedeki Avrupa gücüydü. XV. yüzyılın sonlarında, aynı zamanda
küresel hırsları da olan büyük denizaşırı sömürgeci güç olarak ortaya
çıkmıştı. Din birleştirici bir doktrindi ve yayılmacı misyonerlik
çabaları için kaynak teşkil ediyordu. Gerçekten de, İspanya ile
denizcilikteki rakibi Portekiz arasında, 1494’teki Tordesilla ve
1529’daki Saragosa Antlaşmalarında dünyanın resmen İspanyol ve Portekiz
sömürge bölgelerine ayrılmasının düzenlenmesi için papa hakemlik
yapmıştı. Ancak İngiltere, Fransa ve Hollanda’nın karşı çıkışlarıyla
karşılaşan İspanya ne Batı Avrupa’da ne de okyanusların ötesinde gerçek
bir üstünlük sağlayabildi.
İspanya’nın öne çıkışı yerini giderek Fransa’nın öne çıkışına bıraktı.
Her ne kadar Fransa Avrupalı rakipleri tarafından hem kıtada hem de
denizaşırı bölgelerde sürekli frenleniyorsa da, 1815’e kadar egemen
Avrupa gücüydü. Napolyon’un yönetimi altındaki Fransa Avrupa’da gerçek
egemenliğe çok yaklaştı. Eğer başarabilseydi, egemen küresel güç
statüsünü de elde edebilirdi. Ancak Avrupalı koalisyon tarafından
yenilgiye uğratılması kıtasal güç dengesini yeniden sağladı.