1988’de Beyaz Saray için yapılan bir araştırma, ABD’nin Orta Asya petrollerine ulaşmak için Afganistan’ı kontrolüne geçirmeyi yıllar önce tasarladığını belgeliyor. ABD, Orta Asya ve Hazar petrolünü kendi kontrolü altına almak için uzun zamandır çalışma yapıyor ve bunun için Afganistan’a yerleşmenin en iyi yol olduğunu düşünüyordu. 12 Şubat 1998 yılında Unocal Şirketi Uluslararası İlişkiler Başkanı John J. Maresca tarafından yapılan bir konuşmada, ABD’nin Afganistan ve Orta Asya petrollerine olan ilgisini ve bunun elde edilmesi için yapılması gereken planları anlatan bir yazı Beyaz Saray’ın internet sitesinde bulundu. Unocal şirketi, dünyanın en tanınmış enerji kaynakları ve projelerini geliştirme şirketlerinden biridir. Asya ve Latin Amerika petrolleri üzerinde çalışan Unocal, son bir kaç yıldır Orta Asya’daki petrol ve doğal gaz rezervleri üzerinde ABD’nin oynaması gereken rolü ve politikasını belirlemek için çalışıyordu. Maresca konuşmasında, Orta asya ve Hazar bölgesindeki, petrol ve doğal gaz kaynaklarının Avrupa ve Asya’nın enerji ihtiyacını kolaylıkla karşılayabilecek bir potansiyelde olduğu belirtikten sonra, petrolün ve doğal gazın ihracı için yapılması gerek boru hatları projelerinden uzun uzadıya bahsediyor. Maresca uluslararası ve bölgesel amaçlar için, Rusya’da, yeni Bağımsız Devletler’de ve Afganistan’da dengeli ve kalıcı siyasal uzlaşmanın başarısı için ABD’nin desteğine ihtiyaç duyulduğunu belirtiyor. Maresca daha sonra, ABD’nin Orta Asya’daki petrol ve doğal gaz olan ihtiyacından dolayı, ABD’ye Orta Asya’da izlemesi gereken bir çok boru hattı projesi sunuyor. Bunun için bir versiyonlara ortaya koyan Maresca, Çin ve Afganistan yolunu ABD için daha uygun olduğunu belirtiyor, ancak Çin hatının engellenecek bir şekilde uzun olduğunu, bunun için Afganistan hattının en uygun yol olduğu açıklıyor. Maresca konuşmasında, Orta Asya ve Hazar doğal kaynakların ABD’nin dış politikası üzerinde çok önemli bir etkisi olduğu belirtiyor. Maresca, ABD yönetiminin ve Kongresinin, Afganistan’da Birleşmiş Milletler güdümünde başlayan barış sürecini desteklemesini ve gelişmekte olan bu yeni ekonomilere ABD desteğinin ‘iş-ticaret’in başarıya ulaşılabilmesi için hayati önem taşıdığını da geniş bir şekilde yer veriyor. Bu yazının kaynağına: (http://www.house.gov/international_relations/105th/ap/wsap212982.htm) linkinden ulaşabilirsiniz.
Afganistan’ın başkenti Kabil’i Batı yanlısı bir hükümetin devralması, Orta Asya’daki petrol ve gaz yataklarının kontrolünü Amerika’ya aktaracak, Rusya ile Çin’in Orta Asya’daki nüfuzu kırılacak..Terörizme karşı düzenlenen harekat, aynı zamanda bir sömürgeleştirme macerası da…Afganistan, Orta Asya’daki petrolün denetim altında tutulması ve dünya pazarlarına ulaştırılmasında vazgeçilmez bir konuma sahip. Orta Asya petrolünün dünya piyasalarına taşınmasında siyasi ve ekonomik açıdan kârlı tek güzergah Afganistan üzerinden geçiyor.
11 Eylül saldırılarından hemen önce Amerikan Enerji Enformasyon idaresinin yayınladığı bir raporda, Afganistan’ın coğrafi öneminin, Orta Asya petrol ve doğalgazının Umman Denizi’ne taşınmasında transit bir güzergah olmasından ileri geldiği belirtiliyor. Yazıda Amerika’nın Taliban’ı devirerek, Kabil’de batı yanlısı bir hükümeti yönetime getirmesi halinde, sadece terörizme karşı savaş kazanmakla kalmayacağı, aynı zamanda Rusya ile Çin’in Orta Asya’da giderek artan etkisini de kırmış olacağı ifade ediliyor. ABD Enerji Bakanlığı Ocak 1998’de, Taliban’ın Unocal’ın liderliğindeki bir grupla, 890 millik ve 2 milyar dolarlık bir doğal gaz boru hattı projesi için anlaşma imzaladığını duyurmuştu..’ (Diğer büyük ortak, Suudi Arabistan’ın Delta Oil şirketiydi; şimdi de projenin başında o var zaten.) Unocal’ın sözcüsü MotherJones dergisine, “Biz petrol ve gaz şirketiyiz. Nerede petrol ve gaz varsa, oraya gideriz.” diyordu..
Afgan İncelemeleri Enstitüsü’nden Dr. Velid Macid, Türkmenistan-Afganistan-Pakistan hattının önemini, 2.5 ila 3.5 trilyon dolarlık bir enerji kaynağının kilit borusu ya da boruları olarak ifade ediyor. Onun atıf yaptığı 1999 tarihli ve ‘Boru hattı politikası: İran ve Afganistan çatışması’ başlıklı makelede de Adam Tarok, bu enerji cennetinin dünyevileştirecek yabancı sermaye ihtiyacının 50-70 milyar dolar olduğunu söylüyor. Fakat, ‘uluslararası platformda tanınan bir yönetim oluncaya kadar’ yabancı sermaye kendisini neden riske atsın ki! Nitekim, henüz ‘özgürlük savaşı’ndan çok çok önce, Amerikan Rocky Mountain Enstitüsü’nün Enerji Bakanlığı ve Pentagon verilerine dayanarak yaptığı hesaplar, Ortadoğu petrollerinin güvenliği için ABD’nin yılda 50 milyar dolar harcadığını gösteriyor.
İstikrar olursa 3 trilyon dolarlık bir yeraltı serveti için yapmanız gereken toplam yatırım kadarını, istikrarsızlık yüzünden her yıl Ortadoğu jandarmalığına döküyorsunuz. Herhangi bir muhasebeci bile buradaki akıldışılığa isyan eder zaten! Hele hele, 2050’ye kadar ABD petrol ihtiyacının yüzde 80’inin Orta Asya’dan karşılanması öngörülmüşse… Ve 11 Eylül’den hemen bir gün önce dahi, sektörün yayın organlarından Oil and Gas’da, Orta Asya’nın ne denli önemli olduğuna dikkat çekilmişse. Bazı Batılı yazarların söylediği gibi, belki de boşuna kuruntulanıyoruz, “Hıristiyan-Müslüman çatışması” diye; belki de bu sadece bir “enerji çatışması”
Belki de, 5 Mart 2001 tarihli Guardian gazetesinde Richard Norton-Taylor’un haykırdığı gibi, ‘Yeni ve potansiyel olarak patlayıcı bir Büyük Oyun sahneye konmak üzere. Boru hatları üstünde Büyük Oyun! Fakat ne eski petrolcü oğul Bush, ne de bir zamanlar ülkesini savaşa götürdüğü Suudi Arabistan ve Kuveyt ile Carlyle Group adına iş yapan babası, bize bundan bahsediyorlar.
Afganistan’da ne olursa olsun; ABD ister kara birlikleri yollasın, ister Pakistan ister Tacikistan üzerinden ülkeye girsin, isterse de Afganistan’ı işgal edip Afgan kralı Zahir Şah’ı İtalya’daki sürgünden geri çağırsın, her halükârda Hint Yarımadası’ndaki güç dengesi radikal biçimde değişecek.
SCB’nin dağılmasıyla birlikte, Orta Asya’da büyük oyunun yeniden oynanmaya başlanacağı yönünde bir görüş tüm dünyada egemen oldu. 1992 Şubatı’nda Newsweek dergisindeki bir makalenin ismi şöyleydi: Eski satranç tahtasında tehlikeli yeni taşlar (Old Chessboard, Dangerous New Pieces). Aynı sayıdaki bir başka makalede (Central Asia: The Great Game, Chapter Two) ise 1900’lerin başında bölgede Rusya ve İngiltere arasında yaşanan güç mücadelesine atıfta bulunulup bugün de ABD, İran, Türkiye, Pakistan, Suudi Arabistan gibi yeni ülkelerin katılımıyla büyük oyunun yeniden başladığı iddiası dile getiriliyordu (Newsweek February,3,1992). 19. yy’daki İngiliz çıkarlarıyla Rus çıkarlarının kapıştığı büyük oyuna benzeyen bugünkü mücadele, jeopolitik ve petrol unsurlarını içermektedir. SSCB sonrasında siyasal literatüre Avrasya (Eurasia) yeni bir kavram olarak girmiştir. Bu kavram coğrafi olarak Doğu Avrupa’dan Çin’e kadar olan bölgeyi kapsamaktadır. Petrol ve doğalgaz üzerinde büyük çekişmelerin yaşandığı Orta Asya, Avrasya coğrafyasında yer almaktadır. Öte yandan 20. yüzyılın büyük jeopolitik teorilerinden Mackinder’in Kara Hakimiyeti Teorisi de Avrasya orijinli bir teoridir. Avrupa ve Asya’yı Avrasya olarak tanımlayan Mackinder’e göre bugünkü Rusya coğrafyasının Avrupa bölümüne hakim olan, Orta Asya’yı da kapsayan merkez bölgesine, merkez bölgesine hakim olan dünya adasına (Asya – Avrupa – Afrika) hakim olabilir. Dünya adasına hakim olan dünyaya hakim olabili. Avrasya bölgesindeki petrol rezervleri dünya petrol rezervlerinin %8’ini oluşturmaktadır. Bu bölgedeki petrol üretimi, Suudi Arabistan ve ABD’den sonra üçüncü sıradadır. Rusya Federasyonu’nda 6800, Kazakistan’da 720, Azerbaycan’da 185, Türkmenistan’da 160 milyon ton rezerv bulunmaktadır
Bugün ABD, Suudi Arabistan ve Körfez Şeyhlikleri ile ilişkileri sayesinde dünya petrol fiyatlarını belirleme şansına sahiptir. ABD’nin 2000’li yıllarda petrol ithalinin ihtiyacının %70’ine yükseleceği tahmin edilmektedir. Dünya petrol fiyat dengesinin korunması bakımından Hazar petrollerinin denetim altında tutulması, Batı için vazgeçilmez bir petropolitik haline gelmiştir. Bu durumda petrolün dış piyasalara çıkışını hayati önemde gören ülkelerin işbirliğine gitmeleri çok doğaldır. Orta Asya ülkeleri petrollerini hızla paraya çevirmek zorundalar. Bu yüzden Japonya ve Çin’in boru hatlarını kendi istedikleri istikamete çevirme bunun için daha sıkı bastırma olasılıkları bulunuyor. Her iki ülke de ABD’nin kontrolündeki Ortadoğu’ya bağlı olmak istemiyorlar. ABD Ortadoğu Pasifik deniz yolunu da kontrol ettiği için Japonya ve Çin için karadan yapılacak bir boru hattı daha güvenlidir. Orta Asya enerjisinin dünya pazarına çıkmasını isteyen güçler arasında doğal olarak ittifak arayışları göze çarpıyor. Putin’in, enerji gereksinimi diğer gelişmiş ülkelerden çok daha farklı nitelik arz eden Almanya ve Japonya ile Çin’in yanı sıra, İran’a yönelik sergilediği ittifak arayışları gözleniyor. Her şeyden önce stratejik olarak bu yakınlaşma ile Rusya Federasyonu; Hazar ve Türkmenistan petrol ve doğalgaz kaynaklarının İran üzerinden Basra Körfezi’ne ve Hindistan’a; Orta Asya enerji kaynaklarının tesis edilecek bir boru hattı vasıtasıyla Çin ve Japonya’nın kullanımına imkan verecek şekilde Japon Denizi’ne; Supsa ve Novorosisky hattı bağlantılı Karadeniz’den tankerlerle Boğazları da devre dışı bırakarak Bulgaristan’ın Burgaz limanından Arnavutluk’un Adriyatik kıyılarına kadar döşenecek Trans-Balkan boru hattı ile iletilmesi; yine Ukrayna üzerinden Avrupa’ya Sibirya ve Orta Asya doğalgazlarını taşıyan mevcut boru hattının taşıma kapasitesinin güçlendirilmesi projelerini öne çıkarabilir
Bakü-Ceyhan’ın yapımına pek olasılık verilmemesi büyük oranda 3 milyar doları aşması olası maliyet ve hattı verimli çalıştırabilecek miktarda petrolün bulunmamasından kaynaklanıyor. Gerçekten de hattın çalışabilmesi için Kazak petrolünün hatta akıtılması önemli, Nazabayev’in bu yönde açıklamaları olmakla birlikte, Rusya’nın Çeçenistan’ı devre dışı bırakan Tengiz – Navorrossisyk hattını devreye sokması Kazakistan için daha önemli olacaktır. Çünkü Orta Asya ülkelerinin dış borç sorunları var ve sıcak paraya ihtiyaçları var. Oysa Türkiye Bakü-Ceyhan için siyasi çerçeveyi hazırlamış dahi olsa finans sorunu için dışarıdan para bulmak durumunda olacak.
Türkiye’nin boğazlardan yüksek kapasiteli petrol geçişine izin vermeyeceğini ortaya koyması ile birlikte Boğazları kullanmayan kimi seçeneklerde gündeme geldi. Bunlardan biri Bulgaristan – Makedonya – Arnavutluk, diğerleri Burgaz – Dedeağaç ve Kıyıköy Saroz’dur. Öte yandan petrolün Karadeniz’e çıkmasının Bakü Ceyhan açısından riskli bir yönü daha vardır. Batı petrol bir kere Karadeniz’e geldikten sonra, Londra ve Rotterdam piyasalarına daha kolay ulaşabilmesi için Baltık’a çıkmasını tercih edebilir. Petrol’e ulaşamamış Almanya bunun için Ukrayna üzerinden Hamburg çıkışını veya Ren Tuna kanalını kullanmayı istemektedir. Petrolün Karadeniz’den olabildiğince uzak bir ana yol izlemesi en uygun jeopolitiktir. Türkiye’de siyasi iradenin boru hatları konusunda yanlış politikalar ürettiği de görülmüştür. Örneğin kimi petrol şirketlerinin ana güzergah olarak savundukları Bakü – Supsa seçeneğine erken petrol güzergahı adı altında destek vermemiz, petrolün Karadeniz’e çıkışını kabul etmek anlamına gelmiştir ki, bu Türkiye’nin güvenlik ve çevre gerekçeleriyle Boğazlarda petrol tankerlerinin geçişini sınırlayan (1994 tarihli Boğazlar tüzüğü) tavrına aykırı bir durumdur. AIOC konsorsiyumu başından beri Hazar petrolünü Boğazlardan geçirmek eğilimindedir.
Bakü – Ceyhan’ın yapım maliyetlerinin yüksek olmasına rağmen petrolün taşınması sırasında en ucuz alternatif olmak gibi bir avantajı da vardır. Hiçbir yükleme boşaltma yapılmadan Akdeniz’e indirileceğinden diğer hatlar karşısında önemli bir avantaja sahip olacaktır. Çünkü boru hattı gemi ile taşımaya göre dörtte bir daha ucuz). Üstelik kötü hava nedeniyle Novorossisk ve diğer Karadeniz limanlarından yılda ortalama 100 gün yükleme boşaltma yapılamaması da Bakü – Ceyhan’ın önemini artırıyor Bakü Ceyhan ile ilgili son gelişmeler finansal zorluklara rağmen ABD’nin siyasal desteğinin somutlaştığı yönünde, ABD Eximbank’ın ve OPEC’in projeyi başından beri desteklediği, Japon Eximbank’ın ise uygun şartların oluşması halinde hattın toplam maliyeti olan 2,4 milyar doları verebileceği yönünde iddialar var. Üç Denizin Hikayesi konferansında Clinton’un Hazar bölgesi enerji danışmanı Wolf ABD ticareti geliştirme ajansının Londra’da bir seminer düzenleyerek Bakü Ceyhan’ın finansmanına ilişkin seçeneklerin tartışılacağını belirtti Türkiye’nin gerek petrol ve doğalgaz boru hatları konusunda gerekse genel olarak bir Orta Asya stratejisi oluşturmak aşamasında pek çok parametreyi göz önüne alması gerekiyor. Bakü Ceyhan’ın Azerbaycan ve Kazakistan için Rusya’ya bağımlı olmayan bir seçenek olarak bu ülkeler üzerindeki Rus baskısını azaltacağı bir gerçektir. Bununla birlikte Rusya ve İran’ın ekonomik açıdan daha uygun seçenekler sunması göz ardı edilemez. Dikkat edilirse Bakü Ceyhan boru hattını Türkiye dışında yalnızca ABD ve İsrail’in desteklediği görülüyor. Avrupa ülkeleri daha önce de sözünü ettiğimiz Karadeniz’den Ukrayna ya da Bulgaristan üzerinden geçecek boru hatlarını tercih ediyorlar. Çin ve Japonya petrolün Doğu’ya doğru akmasını isterken Rusya ve İran Bakü Ceyhan’a açıkça tavır alıyorlar. Bu durumda ABD’nin yaşamsal bir çıkarının da bulunmadığı bu projeye bel bağlamak ne kadar gerçekçi. Yine de Bakü-Ceyhan’ın yapımı Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan ve Gürcistan için olumlu olacağı açık.
Musul-Kerkük hayali yeniden canlanıyor
ABD’nin Irak’ı da hedef alabileceği ihtimali, Musul-Kerkük senaryolarını yeniden gündeme getirdi. Uzmanlar, bu senaryolarının Türkiye’yi, çok ağır bedeller ödeyeceği bir batağa çekebileceği uyarısında bulunuyor. Usame bin Ladin’in adamlarından bir kısmının Kuzey Irak’a geçtiği, Saddam’dan destek aldığı ve bölgedeki Kürt gruplarla çatışmalara girdikleri yönündeki haberler önümüzdeki günlerin nasıl bir seyir izleyeceğini de ortaya koyuyor.
ABD’nin Irak’ı hedefleri arasına katma hazırlıkları yapması, Türkiye açısından bir başka önemli konuyu daha gündeme getiriyor ki o da Musul-Kerkük. Hatırlanacağı üzere Körfez savaşı sırasında da bu konuda birçok senaryo konuşulmuş, Turgut Özal’ın 1 koyup 3 alma planlarındaki, 3 noktanın ikisini Musul ve Kerkük’ün oluşturduğu daha sonra anlaşılmıştı. Lozan Antlaşması sonrasında Musul-Kerkük’ün Türkiye sınırları dışında kalmasından bu yana Türkiye’de, hemen her fırsatta bu iki yerin yeniden sınırlarımız içine dahil edilmesi hayali kuran bir kitlenin varlığı gerçek. Bu da, Irak’a yapılacak her müdahale sonrasında Musul-Kerkük senaryolarının yeniden gündeme gelmesini kaçınılmaz kılıyor. Aslında çoğu kimse tarafından bir hayal olarak değerlendirilse de, Musul-Kerkük senaryoları bu defa her zamankinden daha fazla bir şekilde üzerinde durulması gereken bir konu halini alıyor. Hele de, ABD’nin yapmayı düşündüğü harekattaki önceliklerinden birinin, kilit öneme sahip enerji noktalarını bugünkü sahiplerinin kontrolünden alıp güvenli ellere teslim etme isteği olduğunu düşünürsek. Ayrıca saldırıdan sonra yapılan bazı yorumlar, ‘artık çizilen sınırlar değişmez’ denilen dünyada ‘bu noktadan sonra sınırların her an değişebileceğini’ içeriyor. Eski MİT müsteşarlarından Prof. Mahir Kaynak’ın EP Trend dergisine yaptığı açıklamalar oldukça ilginç:
ABD’nin hedefinin Afganistan’la birlikte Irak’a doğru kayması Türkiye açısından ne gibi sonuçlar doğurabilir?
Mahir Kaynak: Afganistan, Amerika için hedef değil. ABD’nin esas hedefi Ortadoğu’dur. Ortadoğu’daki amacı da Kızıldeniz ve Basra Körfezi’ni kontrol etmektir. Onun için Amerika’ya bakarsanız hazırlıkları çok büyük ve 10 yıl sürecek bir mücadeleden söz ediyor. Bu 10 yıl Afganistan’a biraz fazla gelir. Onun için bana sorarsanız operasyon Irak, Somali ve Sudan’da yoğunlaşacaktır önümüzdeki dönemde. Buradaki mesele bir intikam alma, bir cezalandırma meselesi de değil. ABD, Ortadoğu’da kendini güvende hissetmiyor ve burayı tek başına kontrol etmek istiyor.
Hedefin Irak’a kaymasından sonra Körfez Savaşı’na gönderme yapılarak Türkiye’nin bu işten kazançlı çıkması gerektiği yorumları yapılıyor. Körfez Savaşı sırasında Turgut Özal’ın en önemli hedeflerinden biri Musul-Kerkük petrolleri idi. Yaklaşık 10 yıl sonra Türkiye’de Musul-Kerkük hayali yeniden canlanıyor mu sizce? Şu anda Türkiye’nin muhtemel senaryolarında Musul Kerkük konusu hangi ölçüde yer alıyor?
Kaynak: Bu Türkiye’den ziyade ABD’nin arzusu. Bizi Amerika sevkediyor oraya doğru. Yani, ‘Kuzey Irak’a müdahale edin’ diyor. Silahlı Kuvvetler, Körfez Savaşı sonrasında buna mukavemet etti. Şu anda durumumuz farklı. Ekonomik olarak Türkiye zor durumda. Daha doğrusu zor duruma getirildi. Kendisi bu duruma düşmedi, getirildi. O bakımdan Amerika’nın taleplerini kabul etmek zorunda hissediyor kendini. Buna karşılık meclis içinde bir hareket başladı. 80 milletvekili diyorlar. Acaba hükümeti mi düşürecekler, yani Ecevit’in Amerika planlarına tam uygun biçimde hareket edeceğinden endişe eden bir takım güçler hükümeti düşürmek niyetinde olmasın?
Ortadoğu’nun içinde bulunduğu şartları değerlendirdiğinizde, Türkiye’de öteden beri gelen Musul-Kerkük hayali, uzun ya da kısa vadede sizce gerçekçi bir yaklaşım mı?
Kaynak: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çizilen sınırlar gerçeklerle bağdaşmayan sınırlardır. Osmanlı İmparatorluğu cetvelle bölünmüştür. Suriye ile Türkiye’nin güneyi arasında bir fark da yoktur. Veya Irak Türkiye’nin bir uzantısıdır, etnik olarak, tarihi olarak, kültürel olarak… Bunlar ayrılmıştır. Bunlar sonunda başka bir konjonktürde bir araya gelirler. Bir işgal şeklinde olmasını tabi kimse istemez. Yanlış bir şey olur. Belki Avrupa Birliği gibi, Türkiye bu bölgedeki ülkelerle bir birliktelik sağlayabilir. Ve bu da çok mantıklı olur. Kimseyi ezmeden, süzmeden gönüllü birliktelik.
O zaman bir şekilde, Türkiye’nin resmi dış politikasında Musul-Kerkük’ün hala yeri var ve muhtemel senaryolara dahil ediliyor diyebiliriz…
Kaynak: Doğrudur. Ama bütün bunları başkalarının ihtiyaçları için yapmamak lazım. Burada bozulan dengeleri yeniden kurmak için bir birliktelik lazım. Ama bu Türkiye’yi köşeye sıkıştırmamalıdır siyasi açıdan dünya nazarında. Yani, tıpkı Kıbrıs’a olduğu gibi Musul-Kerkük’e de girerseniz ama sonra bunun bedelini yıllarca ödersiniz. Elde ettiğiniz, kaybettiğiniz yanında hiç kalır. Türkiye’de Musul-Kerkük üzerine hesap yapan insanlar bunu düşünüyorlar. Acaba bu bizim için hazırlanmış bir tuzak mı? Aslında yem diye gördüğümüz şey olta mı? Karnınızı doyuracağım deyip çengele mi takacaklar?
Musul Kerkük hayali kuranların son gelişmelerden sonra umutlandığını söylemek mümkün ama?
Kaynak: Bu yapılıyor. Bunun iki yolu vardır. Birisi savaşarak yapmak. İkincisi, biraz önce söylediğim gibi bu ülkelerle siyasi, ekonomik bir takım birliktelikler yaratmak. Bu iki metot. İşgal metodu bölgede Türkiye’yi çok zor duruma düşürür. Bir takım husumetlerin içine çeker. Hatta bunu en çok batı kullanır. Oraya sürer ama ondan sonra da bedelini fazlasıyla ödetir. Onun için dikkatli olmak lazım. Yani, cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla örülmüştür.
Bir de Raşid Dostum olayı var. Şah Mesud’un öldürülmesinin ardından Afganistan’daki Türk lider Raşid Dostum, Türkiye’nin Taliban sonrası Afganistan senaryolarında ne ölçüde yer tutuyor?
Kaynak: Son aldığımız haberlere göre Raşid Dostum öldü. Artık hesaba katılacak bir şey kalmadı. Türkiye’nin bu konudaki söylemlerine karşı çıktım. Türkiye’nin, “Biz Raşid Dostum’u destekliyoruz. Afganistan’dan çok iyi bilgi alıyoruz, orada çok iyi yerleştik ve bunları Amerika ile paylaşıyoruz” sözlerini çok talihsiz beyanlar olduğunu daha önce de söyledim. Bu yanlış bir tutumdu ve oradaki dostlarımızı tehlikeye soktu. Ve aldığımız habere göre de Raşid Dostum öldürüldü. Yabancı bir ülke tarafından desteklenen bir liderin kim olursa olsun hedef haline geleceğini bilmesi gerekirdi Türkiye’nin. Ve böyle bir açıklamayı yapmaması lazımdı.
Şiddet şiddeti doğuruyor
Bölgedeki güçlerin büyük çoğunluğu -Özbekistan, Hindistan, Rusya, İran, Çin- Afgan yönetiminin sona erecek olmasından memnuniyet duyar.
Afganistan’da terörizmi besleyen jeopolitik son derece göz korkutucu. Bölge genelindeki İslami politikalardan kaynaklanan karşıtlıkların zenginliği, ABD’nin ilgi alanına girmiyor.
Taliban 1996’da, 1980’deki Sovyet istilasından beri iç savaşla boğuşan ülkenin kanunlarını -İslamiyet’in oldukça tutucu bir türüne dayalı -ve düzenini onarmak misyonuyla göreve geldi.. Taliban, pek çoğu Afganistan’ı Sovyet istilasından kurtarmak için savaşmış, Orta Asya ve Arap dünyasının bütün radikallerinin eğitildiği kamplarla dolu bir ülkeyi ele geçirdi.
Taliban bu savaşçıları İslamiyet’e duyduğu bağlılıktan çok kendisini bir önceki daha modern İslam yönetiminin güçlerine karşı korudukları için ülkeden uzaklaştırmadı.
İslamiyet’in politikanın temel aracı olarak kullanılması Müslüman dünyasının basit bir gerçeği. Müslüman dünyasında Kuran, adalet ve doğru yönetim sağlamak ve ahlak bozulmasını engellemek için bir kaynak olarak kullanılıyor. İslam, hem laik yönetime karşı içeride verilen savaşta, hem de Müslüman olmayanların baskılarından kurtulmak isteyen Müslümanlar içinde bir ideoloji olarak kullanılıyor.
Orta Asya, diktatörlüğün, ahlaksızlığın ve kötü yönetimin radikal ve şiddet yanlısı unsurlarına karşı, daha radikal ve şiddette dayalı olan bir İslami hareket dalgası yarattı.
Özbekistan’ın neo- Stalinist yönetimi, tüm muhaliflerini hapsetti, işkenceye uğrattı, öldürdü ya da sürgüne gönderdi. Böylece ülkede silahlı bir ‘İslamcı’ hareketin doğmasına yol açtı. Şimdi aynı yönetim ‘terörizm’e karşı işbirliğine sevinerek girecek, çünkü bu tanım bütün muhalefeti kapsıyor.
Çin’in Sincan’da 8 milyon Müslüman Uygur Türk’üne yaptığı eziyet, Uygurları aşırı milliyetçiliğe ve İslam’a yöneltti, daha sonra bu hareketler şiddete dönüştü. Çin, Washington’ın terörizm karşıtı hareketine katılmak isteyecektir, çünkü böylelikle Uygurlar’a uygulayacağı kıyımı açıklayabilir.
Çeçenler, 200 yılı aşkın süredir Rusya’dan bağımsızlıklarını kazanmak için savaşıyor ve bu savaş geleneksel olarak İslamiyet adına yapılıyor. Rusya da ‘terörizm karşıtı harekât’a hoş geldin diyecektir.
Müslüman Keşmirliler, Hindistan’a karşı verdikleri mücadelelerinde İslamiyet’e başvurdu. Tacikistan’daki kabile savaşları, yine İslam merkezli. İran, Taliban’dan nefret etti, çünkü Şiiliğe karşıydılar. Pakistan’ın Keşmir’deki temel gücünü oluşturan ve Hindistan’la aralarında denge unsuru olan Keşmir gerillaları Afganistan’daki kamplarda eğitildi.
Bir kısmı da Arap ülkelerinden gelen bütün bu muhalif gruplar, Afganistan’ı 20 yılı aşkın süredir gerilla eğitim kampı olarak kullanıyor.
Bu hareketleri yaratan Afganistan değil, hareketleri meydana getiren bölgesel koşullar Afganistan’ın temel görevini de yaratıyor. Bölgedeki güçlerin büyük çoğunluğu Özbekistan, Hindistan, Rusya, İran, Çin- ülkelerindeki karşıt güçleri besleyen Afgan yönetiminin sona erecek olmasından memnuniyet duyar. Ancak ABD için bu güçlerin bazıları ‘yatak arkadaşı’ olarak kabul edilemez.
ABD için jeopolitik hoşgörüde bazı limitler var. Kimse Taliban için gözyaşı dökmezken çoğunluk Asya’da ABD’nin hegemonya kurma olasılığına düşmanlık besliyor. Onlar, kapılarının önünde gerçekleşecek ve ABD’nin bütün dünyaya rahatlıkla karışabilmesine olanak tanıyacak bir askeri harekâttan korkuyorlar.
Ortadoğu’da çoğu otoriter rejim, büyük çoğunluğu şiddet doğurmayan bir kısmı ise Mısır ve Cezayir’deki gibi kanlı olan yerel İslami hareketlerle karşı karşıya. Çoğu Müslüman, İslami hareketi, Mısır, Suudi Arabistan, Cezayir ve Tunus’taki gibi özgürlükleri kısıtlayan rejimlere karşı doğal bir barışçı mücadele aracı olarak görüyor.
Eğer Amerika’nın başlatacağı terörizm karşıtı savaş, barışçı İslami hareketlerle karşı karşıya olan bu köklü rejimlerin yararına sonuçlanırsa, -Filistinliler üzerindeki İsrail kontrolünü artırmak gibi- ABD’nin planları hakkında ciddi şüpheler doğracaktır.
Seçim yapmak çok zor, çünkü İslami hareketler sürdükçe, daha radikal bir hale geliyorlar. Filistin ve Keşmir sorunları için bulunacak adaletli çözümler, ABD’nin terörizm karşıtı savaş planlarına bölgeden samimi bir destek gelmesi için önkoşul.
Bölgede en zor durumda olan Pakistan. Doğusunda güçlü bir Hindistan olan
İslamabad, batıda stratejik bir derinliğe gerek duyuyor. Taliban’ın iktidara gelmesine yardımcı oldu, böylece Afganistan’da düzenin dost güçler tarafından sağlanmasını istedi. Afganistan’ın çelişkilerin merkezi olması boşuna değil.
Pakistan Usame bin Ladin için sevgi beslemese de, Taliban yararlı bir müttefik. Eğer Taliban, bin Ladin’i ABD’ye verecek olursa, Pakistan’da onu zamanında Sovyetler’e, şimdi de Amerikan emperyalizmine karşı savaşan bir kahraman olarak gören İslami nüfustan kaynaklanan hassas bir dönem başlayacak.
Buradaki büyük ironi şu: ABD’nin bin Ladin’i ele geçirme süreci, Pakistan’ın köktendincilerin kontrolü altına girmesine yol açabilir. Ortadoğu’nun çoğu yerinde ve Orta Asya’da, özellikle Müslümanların gözünde terörizmi politikadan ayırmak oldukça zor. Eğer Washington, ülkelerin iç meselelerine karışmakta ısrar ederse, dostlarının büyük çoğunluğunu kaybedecek.
Afganistan için ‘büyük oyun’a artık yeni oyuncular katılıyor. Başta kadim düşmanlar ABD ile Rusya, İran, Hindistan ve üç Orta Asya cumhuriyeti var.
Taliban komutanlarına taraf değiştirmeleri için rüşvet verilebilir.. Taliban sonuçta 1994’ten beri Afganistan’ın yüzde 90’ını bin Ladin’in paraları sayesinde fethetti.
Son gelişmeler, ABD’yi Güneydoğu Asya’da da senarist koltuğuna oturttu. Washington bir zamanların sadık müttefiki İslamabad’la ilişkilerini yeniden kıvama getiriyor. ABD’nin Pakistan’ın lojistik desteğine ve geçmişte Taliban’ı beslemiş istihbarat servisinin (ISI) yardımına ihtiyacı var. Borç ödemelerinin geciktirilmesi, nükleer denemelerin ardından konan yaptırımların hafifletilmesi gibi muğlak vaatlere karşılık Müşerref de , Pakistan dış politikasının yaşamsal önemdeki unsurlarını askıya aldı. Pan – İslamcılığı yayma, kuzeyde güvenilir komşulara sahip olma ve uzun vadede Afganistan’ı bir federasyonun parçası ve hatta Pakistan’ın eyaleti yapma seçeneğini, yani daha güçlü olan Hindistan’a karşı toprak kazanma olanağını şimdilik dondurdu…Uluslararası terörizmin Matruşka’yı hatırlatan -bin Ladin’in içinden Taliban’ın, Taliban’ın içinden Pakistan’ın, Pakistan’ın içinden Çin’in çıktığı- biçimi artık geride kaldı. İslamabad, kendi yetiştirdiği ilahiyat öğrencileri üzerindeki etkinliğini giderek kaybediyor. Kâbil’in perde arkasındaki güçlü adamı, milyonlarca doları ve binlerce Arap savaşçısı olan bin Ladin. Bin Ladin’e Taliban’ın asıl komutanı olarak bakılıyor.
Dünyanın en çok aranan adamı yakalanır ya da öldürülürse ne olur? Sovyetler Afganistan’dan çekildikten sonra geride binlerce makineli tüfek, uyuşturucu kültürünün kaldığı 1989’daki gibi ABD yine Pakistan’ı başıboş bırakır mı? Burada söz konusu olan sadece bin Ladin’in imparatorluğu değil, onun beslendiği topraklar, Pakistan, Afganistan ve Hindistan arasındaki terör üçgeni. Özgürlük savaşçısı ile terörist arasındaki ayrım çok ince. Pakistan harp okulu talebeleri bayrağa sadakat yemini ederken 1971’in intikamını alacaklarına da and içer. 1971’de Hindistan ordusunun müdahalesiyle Pakistan ile bugün Bangladeş olan Doğu Pakistan birbirinden ayrılmıştı. Bu yüzden Keşmir’deki temsili savaş, rakibin şahını kıskaçta tutma taktiğiyle bir cihada dönüştürüldü. Hindistan, sınır aşan terörizmden şikâyet edip duruyor, ama Keşmir’in kendi sınırları içinde kalan Müslüman nüfusunu cumhuriyetin mesut vatandaşları yapmak için kılını kıpırdatmıyor. İndira Gandi siyasi rakibine zarar vermek için Pencap’ta terörü kışkırtmıştı, bu, binlerce Sih’in yaşamına mal oldu. Ayrıca Sri Lanka’daki
Tamil Kaplanları’nın savaşçılarını finanse etmiş ve Hindistan’ın güneyinde eğitimden geçirmişti.
Yeni Delhi, İslamabad ve Colombo’daki siyasiler, suikast korkusundan bir güvenlik kalesinin gerisinde yaşar. Onlara gelişmeleri için yardım etmeden önce, terörizme nasıl baktıklarını bir sormak lazım
Usame bin Ladin – Serdar Uyan, Kamer Yayınevi, İstanbul, 200