XI. yüzyılın sonlarında Avrupa dünyasının “Kudüs’ü kurtarma” sloganı ile, Türkler’i Anadolu’dan atmak ve bütün Ortadoğu’yu ele geçirmek için başlattığı siyasî amaçlı askerî harekâta katılanlara verilen ad.
Dönemin müslüman tarihçilerinin “Franklar” kelimesiyle ifade ettiği Haçlılar tabiri, Doğu’da ilk defa Osmanlılar tarafından Fransızca “Croisades” kelimesinin karşılığı olarak “Ehl-i salib”, Araplar tarafından da “Salîbiyyûn” şeklinde kullanılmaya başlanmıştır. Bu seferlere katılanlara giysilerinin üstünde haç işareti taşıdıkları için bu ad verilmiştir. 1096 yılında başlayan Haçlı seferleri, 1291’de Latin hıristiyanların Doğu’da son merkezi olan Akkâ’dan çıkarılmasına kadar süren yaklaşık iki yüzyıllık bir dönemi kapsar. Bu dönem içinde dokuz büyük sefer yapılmış, bu seferler arasında bazı küçük girişimler de olmuştur. Daha sonra Türk-İslâm dünyasına karşı yapılan bütün savaşlar da Haçlı seferleri olarak değerlendirilmiştir.
Haçlı Seferleri Düşüncesinin Doğuşu. Hareketin meydana çıkış sebebi, Haçlı seferleri tarihi üzerinde çalışan ilim adamlarını meşgul eden en önemli konudur. Bu hareketi doğuran sebeplerin çeşitliliği üzerinde durulmasına rağmen Batı dünyası Haçlı seferlerinin asıl etkeninin dinî unsurlar olduğu kanaatindedir. Halbuki Ortaçağ Avrupa toplumunu bu seferlere zorlayan unsurlar aslında siyasî, sosyal ve ekonomik sebeplerdir. Batılılar’ca ileri sürülen dinî motif ise sadece itici bir güçtür. Çünkü Haçlı seferi düşüncesinin ortaya atıldığı sırada Avrupa’da yıllardan beri süregelen açlık, yoksulluk ve toprak azlığı gibi sıkıntıların doğurduğu kargaşanın yanında ücretli askerlik anlayışı ve kolonizatör bir taşma hareketi de başlamış bulunuyordu. Avrupa toplumu üzerinde en büyük etkiye sahip bulunan kilise hem düzenin bozukluğuna çare arıyor, hem de gittikçe artan gücünü Doğu’ya hâkim olmak için kullanmak istiyordu. Bu hareketin başlamasına öncülük eden kilisenin, Doğu’ya yapılacak bir seferin sağlayacağı faydaları topluma yayarken dinî motifi ön plana çıkarması normaldi. Haçlı seferine katılanlara günahlarının affını ve uhrevî mükâfat vaad eden kilise siyasî amacını gerçekleştirmek için dinî motiften faydalanmıştır. “Kutsal toprakları kurtarma” sloganı, Haçlı seferlerinin hedefini açıklamaktan ziyade kamufle etmek maksadıyla kullanılmıştır. Zira bu seferlerin hedefi olarak gösterilen Kudüs, Hz. Ömer tarafından fethedildiği 638 yılından beri müslüman hâkimiyetindeydi. Batı hıristiyanları bu duruma en küçük bir reaksiyon göstermemiş, Bizans ise durumu kabullenmişti. Ancak XI. yüzyılın sonuna doğru Batı toplumunda meydana gelen uygun ortam sayesinde Avrupa harekete geçme fırsatını yakaladığına, yüzyıllardan beri bütün Akdeniz çevresine hâkim bulunan müslümanların gücünü kırabileceğine ve özellikle yarım asırdan beri Anadolu’ya yerleşmekte olan Türkler’i söküp atarak bu topraklara sahip olabileceğine inanıyordu. Gerçekten de 1096 yılında başlayan Birinci Haçlı Seferi’nin orduları daha Kudüs’e ulaşmadan ve ulaşacağı da henüz belli değilken Avrupalılar’ın önce Urfa’da, ardından Antakya’da Haçlı devletleri kurmaları onların bu maksatlarını açıkça ortaya koymuştur.
XI. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa için bu hedefi gerçekleştirecek bir fırsat ortaya çıktı. 1074 yılında Bizans İmparatoru VII. Mikhail (1071-1078), o zamana kadar Hıristiyanlığın doğu sınırını koruma görevini üstlenmiş olan imparatorluğun askerî bakımdan düştüğü zaafı gidermek üzere papalık aracılığıyla Avrupa’dan Türkler’e karşı ücretli asker yardımı istemekteydi. Esasen papalık da bir süreden beri Bizans’ın Anadolu’daki Türk ilerleyişini durduramamasından endişe duyuyordu. Bu sebeple Papa VII. Gregorius imparatorun askerî yardım çağrısını olumlu karşıladı, ancak yardım gerçekleştirilemedi. Bununla beraber on beş yıl sonra papalık tahtına çıkan II. Urbanus ile Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos (1081-1118) arasında aynı konu yeniden ele alındı. Bu sırada Anadolu’da, I. Süleyman Şah’ın 1086 yılında ölümünden sonra Türk beyleri arasındaki anlaşmazlıklar yüzünden hâkimiyet bölünmüştü. Melikşah’ın vefatının (1092) ardından da Büyük Selçuklu Devleti içindeki otorite boşluğu ve iktidarı ele geçirmek için hânedan mensupları arasında başlayan mücadeleler Türk dünyasını zor duruma sokmuştu. Bu sebeple Bizans imparatoru, güçlü ordularla yapılacak birkaç seferin Anadolu’daki Türk kudretini tamamen kıracağını düşünüyordu.
İmparatorun yardım isteğini kabul eden Urbanus bu isteği farklı bir açıdan değerlendirdi. Ona göre ücretli asker toplamak yerine Batı’nın şövalyelerini, topraksız köylülerini, açlık ve sefalet içinde yaşayan halkını, para ve toprak sahibi olacakları vaadiyle zengin Doğu’ya askerî sefer düzenlemeye teşvik etmek Avrupa için çok daha faydalı bir girişim olurdu. Ancak geniş kitleleri bu hususta etkilemek için sadece maddî menfaat vaadi yeterli değildi. Zira Batı dünyası, Bizans’ın elde edeceği başarılardan ziyade maddî bakımdan kendi çıkarlarına uygun düşecek, mânevî bakımdan da dinî hislerini tatmin edecek bir çağrının uyandıracağı cazibe ile Doğu’ya yönlendirilebilirdi. Dolayısıyla bu ülkelere düzenlenecek sefer Îsâ aşkı, din uğruna fedakârlık ve din kardeşlerine sevgi teması üzerine oturtulmalıydı.
Haçlı Seferi İçin Çağrı. Papa II. Urbanus, Clermont Konsili sırasında din adamlarından ve halktan oluşan büyük bir kalabalığa hitap ederek onları Haçlı seferine katılmaya çağırdı (27 Kasım 1095). Batı hıristiyanlarına, Doğu’daki din kardeşlerini Türkler’in baskı ve zulmünden kurtaracak bir savaşa katılmanın dinî açıdan çok şerefli bir görev olduğunu söyleyen Urbanus, Türkler’in hâkimiyeti altında yaşamanın ne kadar feci olduğunu, onların İstanbul için nasıl bir tehlike teşkil ettiğini ve Doğu hıristiyanlarının Batılı kardeşlerinden yardım beklediğini anlattı. Ona göre İspanya’da müslüman Araplar’a karşı sürdürülen savaşla Doğu’da Türkler’e karşı yapılacak mücadele aynı derecede kutsaldı. Urbanus bu konudaki düşüncesini, “Hıristiyanları bir yerde müslümanlardan kurtarıp başka bir yerde onların zulüm ve baskısı altında bırakmak fazilet değildir” sözleriyle ifade etmiştir. Halbuki müslümanların İslâm ülkelerinde yaşayan hıristiyanlara karşı hoşgörülü davrandığı Batı dünyasında biliniyordu. Durum, Selçuklular’ın bölgeye hâkim olması ile hıristiyanlar aleyhine bozulmamış ve Kudüs’ün VII. yüzyılda müslümanlar tarafından fethinden sonra buraya yapılan hac ziyaretleri artarak devam etmiştir. Papanın bu sözleri Türkler’e karşı savaş açmak için bulunmuş bahaneden ibaretti.
Urbanus, Haçlı seferi için çağrı yaparken aynı zamanda büyük bir hac yolculuğu olacağını belirttiği bu sefere katılacakların günahlarının affedileceğini, hacıların şahısları ve malları için kilisenin daha önce hacca gidenlere vermiş olduğu koruma güvencesini tekrarlıyordu. Sefere katılmayı sadece silâh taşıyan şövalyelerle kısıtlamaya çalışan Urbanus keşişlerin gitmesini özellikle yasaklıyor, ihtiyarlar ve hastalarla kadınların da sefere çıkmasının uygun olmadığını söylüyordu. Halbuki hac günahlardan arınmak için yapılan bir ibadetti. Sağlıklı insanlara hac yasaklanamazdı. Hatta hastalar bile şifa bulmak için hac yolculuğuna katılabilirdi. Urbanus, Haçlı hareketini büyük bir hac seferi olarak takdim ederken gerçeği dile getirmiyordu.
Haçlı seferi çağrısının geniş kitleler üzerinde böylesine etkili olmasının sebebini anlayabilmek için yüzyıl geriye gidip X. yüzyıl sonlarındaki Avrupa’nın durumuna göz atmak gerekir. O devirde Karolenjiyen Devleti’nin merkezî gücü parçalanmış, gerçek otorite kralın kontrolünden çıkarak her eyalette ileri gelen bir kişinin eline geçmişti. Ayrıca savaş için geliştirilmiş bir toplumun artık fonksiyonu kalmadığından bu saldırganlık içe dönmüş ve birçok eyalet daha da küçük parçalara bölünmüştü. Şövalyeler çevrede terör estirmekteydiler. Eyalet hükümetlerinin kontrol altına alamadığı bu şiddet tek otorite haline gelmiş, XI. yüzyılın ilk yarısında daha da artmıştı. Kilisenin bu şiddete karşı tepkisi önce barışçı olmuş ve “Tanrı barışı” çağrısı ile şiddet hareketlerini önlemeye çalışmıştı. Fakat bu çaba savaşçılara ve şövalyelere pek tesir etmemişti. Aynı dönemde Cluny merkezinin başlattığı reform hareketi de gelişiyordu. Reformcular, özellikle de Cluny fikirleriyle bağlantılı olan Papa II. Urbanus, laik (kilise dışı) dünya ile köprü kurup bu fikirleri herkese aşılamaya çalışıyordu. Reform hareketinin toplumda canlandırdığı Kudüs sevgisi yavaş yavaş bir tutkuya dönüşmekteydi. Bu tutkuyu eyleme geçirmek pekâlâ mümkün olabilirdi. Vâizler, inançlı kişilerin İncil’e bağlılıklarını ele alarak toplumu bölen saldırganlığın başka bir yöne kanalize edilebileceğini ve insanların enerjilerinin kilise uğruna harcanabileceğini söylüyorlar, halkın anlayabileceği şekilde hıristiyan mesajını vermek için İncil’den aldıkları kahramanlık ve savaş hikâyeleri sayesinde dinî duyguları harekete geçirmeye çalışıyorlardı. Bu gayretler sonucunda şiddet XI. yüzyılın ikinci yarısında belli bir oranda azalmıştı. Asiller ve şövalyeler arasında ise daha güçlü bir inanç göze çarpıyordu.
Bir başka sebep de Haçlı seferi çağrısının şövalyelerin hayat felsefesine uygun düşmesiydi. Zaman öç alma zamanıydı. Hemen her ülkede olduğu gibi Batı Avrupa’da da toplum birbirine sıkıca bağlanmış büyük ailelerden oluşuyordu. Aile fertleri akrabalarının menfaatlerini korumaya mecburdu. Feodal gruplar ve vasallar da aynı yönde hareket ediyorlardı. Böylece hem aile içi hem de feodal münasebetler kişinin üzerine kan davası sorumluluğunu yüklemekteydi. Nitekim ilk Haçlı çağrısı aile fikri ön plana çıkarılarak yapılmıştı. Papa II. Urbanus, “Babalara, oğullara, yeğenlere hitap ediyorum. Eğer birisi sizin akrabanızdan birini öldürse kendi kanınızdan olanın intikamını almaz mıydınız? Öyleyse efendimizin (Îsâ) ve din kardeşlerinizin intikamını öncelikle almalısınız” diyordu. Böylece öç alma yeni bir anlam kazanmakta ve insanlar baskı altındaki din kardeşlerinin intikamını almaya teşvik edilmekteydi.
Çağrı temasında işlenen öç alma fikri, etkisini daha Haçlı seferlerinin açılışında Avrupalı Mûsevîler’e karşı bir soykırım hareketiyle kendini gösterdi. Önce Fransa’da başlayan ve hemen Avrupa’ya yayılan yahudi düşmanlığı cereyanı, Haçlılar’ın Şark’a doğru yola çıkmasından önce Mûsevîler’in öldürülmesi, işkenceye uğratılması ve mallarının tahrip edilmesiyle gelişti. Zamanın hıristiyan yazarları bu katliamların mal ve para temin etmek hırsıyla yapıldığını, Haçlılar’ın çıkacakları yolculuk sebebiyle yalnız parayı düşündüklerini yazmışlardır. Fakat devrin İbrânî kayıtları Haçlılar kadar, hatta onlardan çok piskoposları, din adamlarını ve yerli halkı da suçlamaktadırlar. Her yerde yok edilmeye çalışılan Mûsevîler Hıristiyanlığı kabule zorlanıyor, kabul etmeyenler ise öldürülüyordu. Pek çok belgenin gösterdiği gibi hıristiyanlara hâkim olan duygu intikam hırsıydı ve müslümanlarla Mûsevîler arasında ayırım yapılmıyordu. Onlar Îsâ’nın intikamını Türkler’den almak için savaşacaklarına göre Îsâ’ya çok daha ağır darbe vuran ve onu çarmıha geren Mûsevîler’den de intikam almalıydılar. O sıralarda Avrupa’da yaygın olan efsaneye göre Îsâ çarmıhtan hıristiyanlara seslenerek kendisini çarmıha geren Mûsevîler’den intikam almalarını istemişti.
Haçlı seferi çağrısı, siyasî hedef geri plana itilerek geniş kitleleri galeyana getirecek motiflerle işlenip “kâfir” dedikleri müslüman Türkler’den intikam, buna mukabil Îsâ’ya ve din kardeşlerine gösterilecek sevgi olarak anlatılınca katılım beklenenden çok fazla oldu. Gerçekten de bu heyecan bütün Batı toplumunu harekete geçirdi. Ancak çağrının başarıya ulaşmasında etkili olan asıl sebep sosyal ve ekonomik durumdu. O sırada Avrupa’nın nüfusu hızla arttığı gibi devir de kolonileşme devriydi. Haçlı seferi için vaazların verildiği dönem, kuraklık yüzünden tarımda büyük bir çöküntünün yaşandığı zamana rastlar. 1094 yılındaki sel felâketini ve salgın hastalıkları ertesi yıl kuraklık ve açlık takip etmişti. İncil’de yazılı “sokaklarında süt ve bal akan” Doğu topraklarına yerleşme efsanesi topraksız köylüleri cezbeden bir hayaldi. Papa Urbanus, Clermont Konsili’nde ülkenin sakinlerini doyurmaktan âciz olduğunu, bu yüzden halkın mülkü tahrip edip sürekli olarak birbiriyle savaştığını söylemişti. İçinde bulundukları sefaletten kurtulmak için Doğu’ya yapılacak sefere katılan Haçlılar, oradaki din kardeşlerine yardım amacıyla yola çıkmadıklarını davranışlarıyla hemen belli ettiler. Batılılar’ın amacı, kendi mezheplerine aykırı inançta olduklarından aslında nefret ettikleri Doğu hıristiyanlarına yardım etmekten çok kendi hâkimiyetlerini sağlamaktı. Daha kendi ülkelerinde iken Mûsevîler’e karşı giriştikleri katliamlardan sonra Haçlılar’ın Macar topraklarında başlayan çapulculukları Bizans arazisinde yağma, tahrip, hıristiyan halkın malına el uzatıp canına kıyma, görülmemiş derecede vahşet ve işkencelere kadar vardı. Sonraki yıllarda da Haçlılar’ın davranışı, bunların başından beri nasıl bir düşünce içinde olduklarını açıkça ortaya koymuştur. Bu durumu görmezlikten gelen bazı Batılı tarihçilerin Haçlı seferleri için yapılan çağrının hedefinden sapmış olduğunu söylemeleri doğru değildir. Başlangıcından itibaren Avrupa’nın düşüncesi ve hedefi Anadolu ve Ortadoğu’yu ele geçirerek burada kendi hâkimiyetlerini kurmaktı.
Pierre l’Ermite’in Haçlı Seferi. Papa II. Urbanus’un 27 Kasım 1095’te yaptığı çağrı ile Haçlı hareketi fiilen başlamış oldu. Sefere katılmaya karar verenlerin Haçlı yemini etmeleri ve üzerlerinde haç işareti taşımaları öngörüldü. Sadece şövalyeler değil her sınıftan insan bu sefere büyük ilgi gösterdi. Yapılan çağrıdan hemen sonra Batı’da ve Doğu’da hazırlıklar başladı. Avrupa’dan küçük bir destek bekleyen İmparator I. Aleksios Komnenos, Batı’nın kendisine ücretli asker yerine değişik milletlere mensup sayısız insanın katılmasıyla oluşan büyük ordular göndermeye hazırlandığını öğrenince endişeye kapıldı. Haçlılar adı altında oluşan böyle muazzam orduların sefere çıkması daha önce yaşanmamış bir olaydı. İmparatorun kızı Prenses Anna Komnene’nin yazdığı gibi, “Batı dünyasının bütün barbar kavimlerinin harekete geçtiği” haberiyle sadece babasının değil bütün Bizans halkının içini korku kaplamıştı. İmparator, Batılılar’ın hiçbir antlaşmaya uymayan para düşkünü ve güvenilmez kişiler olduğunu biliyordu. Yardım maksadıyla da gelseler bu kadar büyük orduların imparatorluk topraklarından geçişi çeşitli sorunlar meydana getirecekti. Bu sebeple imparator, Haçlı ordularının yürüyüşleri sırasında ihtiyaçlarının sağlanması ve yol boyunca kontrol altında tutularak yerli halka zarar vermemeleri için gerekli önlemleri aldı. Öte yandan Haçlı yemini eden kişiler para sağlamak için mallarını satıyor veya ipotek ediyorlardı. Bu hazırlıklar yapılırken başı boş her çeşit insandan oluşan silâhlı kitleler, yola çıkış tarihi olarak belirtilen 15 Ağustos 1096 gününü beklemeden yollara döküldüler. Çoğunluğunu Kuzey Almanya’dan gelenlerin oluşturduğu bu disiplinsiz gruplar, özellikle Rhein nehri bölgesinde Mûsevîler’i öldürüp birtakım facialara sebep olduktan sonra yola çıktılarsa da Bizans sınırına ulaşamadan dağıldılar.
Bu arada Haçlı çağrısını her tarafta duyurmak üzere faaliyete geçen vâizler arasında Amiensli keşiş Pierre l’Ermite’in ateşli konuşmaları halk üzerinde büyük tesir uyandırdı. Etrafında çoğunluğu Fransızlar’dan oluşan 20.000 kişilik bir ordu toplandı. Pierre l’Ermite’in idaresindeki bu ilk ordu 1096 Mayısında yürüyüşe geçti. Macaristan ve Bizans topraklarında birçok yağma ve tahripte bulunan ve güçlükle disiplin altına alınan ordu 1 Ağustos 1096’da İstanbul’a ulaştı. Görünüşleri ve davranışları ile başşehir halkını dehşete düşüren Haçlılar’a şehir surlarının dışında dağınık şekilde kamp kurma izni verildi. Pierre l’Ermite saraya davet edilerek kendisine para ve hediyeler sunuldu. Fakat İmparator Aleksios, Pierre’in kumandanlık vasıflarına sahip bir kişi olmadığını anladı. Surların dışındaki çapulcu kalabalık da Türkler’e karşı savaşacak yetenekte bir ordu değildi. Bu sebeple arkadan kontların idaresinde gelmekte olan asıl ordular şehre ulaşıncaya kadar bunları İstanbul civarında alıkoymaya karar verdi. Fakat Haçlı kitlesini disiplin altında tutmak imkânsızdı; bunlar durmadan hırsızlık yapıyor, her tarafı yağmalıyordu. Bu yüzden imparator Haçlılar’ı 6 Ağustos’ta Anadolu yakasına geçirerek İzmit körfezinde Yalova yakınındaki Kibotos karargâhına yerleştirdi ve arkalarından gelmekte olan Haçlı ordularını burada beklemelerini tavsiye etti. Ancak imparatorun tavsiyesine aldırmayan Haçlılar etrafı yağmalamaya, müslüman hıristiyan demeden önlerine çıkan herkesi öldürmeye giriştiler. Savunmasız insanlara karşı elde ettikleri bu başarı cüretlerini arttırdı. Haçlılar daha sonra Anadolu Selçuklu Devleti’nin topraklarına girmeye başladılar. Hatta bir Fransız grubu, Selçuklu başşehri İznik’in yakınlarına kadar sokulup buradaki köyleri yağmaladı. Bunlar ellerine geçirdikleri malları ve hayvanları karargâhta sattılar. Fransızlar’ın bu akını Almanlar’ın kıskançlığını uyandırdı. Bu defa aralarında papaz ve piskoposların da bulunduğu 6000 kişilik bir Alman-İtalyan birliği, yol boyunca her şeyi yağmalayıp sonunda İznik civarında Kserigordon Kalesi’ni ele geçirdi. Kale yiyecek maddeleriyle dolu olduğu için burayı etrafa yapacakları akınlarda bir üs olarak kullanmaya karar verdiler. Durumu öğrenen Sultan I. Kılıcarslan kaleyi geri almak üzere bir birlik gönderdi. Kalenin suyu surların dışındaki bir kuyu ile vadideki bir kaynaktan sağlanıyordu. Türk birliği 29 Eylül’de Kserigordon önüne geldi ve Haçlılar’ın pusu kurarak yaptıkları hücumu geri püskürttükten sonra kuyu ve kaynağı ele geçirdi. Surların arkasına çekilen Haçlılar şiddetli susuzluktan sonra 6 Ekim’de teslim oldular.
Öte yandan Kibotos karargâhına Almanlar’ın Kserigordon Kalesi’ni ele geçirdikleri haberi ulaşmıştı. Ayrıca Türk casuslarının Haçlı karargâhında Almanlar’ın İznik’i zaptettikleri ve ele geçirdikleri ganimeti aralarında paylaştıkları söylentisini yaymaları karargâhta büyük sevinç ve heyecan uyandırdı. Haçlılar İznik üzerine yürümeye karar verdiler. Ancak bu sırada Alman Haçlıları’nın başına gelenler hakkında karargâha doğru bilgi ulaştı ve Türkler’in Kibotos üzerine yürüyüşe geçtikleri de öğrenildi. Haçlılar ne yapacaklarını şaşırdılar. Pierre l’Ermite İstanbul’da olduğu için karargâhtaki kumandanlardan bir kısmı onun dönüşüne kadar herhangi bir girişimde bulunmak istemiyordu. Fakat Kserigordon’un intikamını almak isteyenler çoğunluktaydı. Sonunda Türkler’in üzerine yürümeye karar verdiler. 21 Ekim sabahı 20.000’den fazla Haçlı askeri Kibotos’tan hareket etti. Türkler de 17 Ekim’de İznik’ten çıkarak Kibotos’tan İznik’e giden yol üzerindeki Drakon köyü yanında Haçlılar’ın gelmesini beklemeye başladılar. Haçlı ordusu ormanlarla kaplı Drakon vadisine gelince Türkler’in tuzağına düştü. Türk okçuları önce atları hedef aldılar. Birbirine giren atlar binicilerini sırtlarından atarken Türkler atları ürküterek bunları geriden gelen yayaların üstüne sürdüler. Paniğe kapılan Haçlılar karargâha doğru kaçmaya başladılar, fakat kendilerini takip eden Türkler’in elinden kurtulamadılar. Hayatta kalan pek az Haçlı imparatorun yolladığı gemilerle İstanbul’a geri getirildi.
Birinci Haçlı Seferi. Pierre l’Ermite’in ordusundan sonra Haçlı seferi için asillerin kumandasında yola çıkan büyük ordular, 1096 sonbaharından itibaren birbiri ardınca İstanbul’a gelmeye başladılar. Fransa kralının kardeşi Dük Hugues de Vermandois, Aşağı Lorraine Dükü Godefroi de Bouillon, Güney İtalya’dan Robert Guiscard’ın oğlu olan Norman reisi Bohemund, Toulouse Kontu Raimond de Saint Gilles, İngiltere kralının kardeşi Robert de la Normandie, Flandra Kontu Robert ve Champagne Kontu Etienne de Blois gibi Avrupa’nın birçok ünlü asilzadesi ve şövalyesi Bizans başşehrinde toplandı. Haçlı reislerinin gelişiyle bunların gerçek amacının Doğu’da devletler kurmak olduğunu anlayan ve bu durumun Bizans açısından doğuracağı tehlikeyi önlemek isteyen İmparator Aleksios, şövalyelerden Batı âdetlerine uygun şekilde kendisine vasallık yemini vermelerini istedi. Buna göre Haçlılar Türkler’den geri alacakları eski devlet arazisini Bizans’a teslim edecek ve imparatorluk sınırlarının ötesinde kuracakları Haçlı devletleri imparatoru yüksek otorite olarak tanıyacaktı. Buna karşılık imparator sefer boyunca Haçlılar’ın ihtiyaçlarını karşılayacak ve yanlarına Bizans birlikleri verecekti.
1096 Kasımında İstanbul’a ulaşan ilk Fransız Haçlı ordusunun reisi Hugues de Vermandois imparatorun isteğine uydu. Ancak onun arkasından 23 Aralık’ta gelen Lorraineli Fransızlar’ın reisi Godefroi de Bouillon böyle bir yemini kabul etmeyince Bizans birlikleriyle Haçlılar arasında çatışma çıktı. Ancak şehir surlarına saldıran Haçlılar’ın yenilgiye uğratılması üzerine Godefroi vasallık yemini etti. Ordusu Anadolu’ya geçirilip İzmit yolu üzerindeki Pelekanon karargâhına yerleştirildi. Daha sonra Bohemund’un kumandasındaki Güney İtalya Normanları, arkasından da Raimond de Saint Gilles’in idaresindeki Güney Fransızları’ndan oluşan Haçlı orduları İstanbul’a ulaştı. Raimond’un yanında papanın elçisi sıfatıyla Le Puy piskoposu Adhemar da bulunuyordu. İmparator Aleksios bu Haçlı reislerinden de vasallık yemini aldıktan sonra ordularını Anadolu tarafına geçirdi. Aynı tarihlerde Flandre Kontu Robert ordusuyla geldi. Robert de la Normandie ve Etienne de Blois’nın Kuzey Fransızları’ndan oluşan orduları ise 1097 Mayısında İstanbul’a ulaşabildiler ve reislerinin vasallık yemininden sonra Boğaz’ın karşı yakasına geçirildiler. Bu ordular, Pelekanon’dan yürüyüşe geçerek Anadolu Selçuklu Devleti’nin başşehri İznik’i kuşatmaya başlamış olan ana Haçlı ordusuna katıldılar (3 Haziran 1097).
Bu sırada I. Kılıcarslan Malatya’yı fethetmek üzere ülkenin doğusunda bulunuyordu. Daha önce Pierre l’Ermite’in ordusuna karşı kazandığı başarı onu Haçlılar’ın gücü hakkında yanıltmıştı. İznik’i Haçlı kuşatmasından kurtarmak üzere süratle şehir önüne geldiyse de sayıca çok fazla olan Haçlı kuvvetlerini yarıp içeriye giremedi ve şiddetli bir savaştan sonra geri çekildi. Yardım alma ümidi kalmayan İznik garnizonu da şehri Bizans imparatoruna teslim etmeyi tercih etti (19 Haziran 1097). İznik’i ele geçirip yağmalayamayan Haçlılar bir hafta sonra Eskişehir yakınındaki Dorylaion yönünde ilerlemeye başladılar. Tatikios kumandasındaki bir Bizans birliği de kendilerine katıldı. Haçlılar’ın yürüyüşünü takip eden I. Kılıcarslan, Dorylaion’da pusu kurup onları kıstırdıysa da bunların iki gruba ayrılarak bir gün arayla hareket ettiklerini bilmediği için arkadan gelen kuvvetlerin müdahalesi yüzünden başarı sağlayamadı (1 Temmuz 1097). Haçlı ordusunu mağlûp edemeyeceğini, hatta yürüyüşlerine bile engel olamayacağını anlayan Kılıcarslan, yolları üzerindeki bölgeleri boşaltıp tarlaları yakarak ve su kuyularını tahrip ederek onları zor duruma sokmaya çalıştı. Haçlılar Dorylaion’dan Akşehir, Konya, Ereğli yolunu takip ederek Maraş ve Göksün üzerinden 20 Ekim 1097’de Antakya önlerine vardılar. Bu arada Godefroi’nın kardeşi Baudouin de Boulogne ve Bohemund’un yeğeni Tankred, Ereğli’de ana ordudan ayrılıp Gülek Boğazı’ndan Kilikya (Çukurova) bölgesine inerek Tarsus, Adana, Misis şehirlerini Türkler’in elinden aldılar. Ancak Doğu’da bağımsız bir devlet kurmak isteyen Baudouin de Boulogne Ermenilerle anlaşarak buradan ayrılıp Urfa’ya gitti. Şehrin hâkimi Ermeni Thoros’u bertaraf ederek ana Haçlı ordusu Antakya surları önünde şehri kuşattığı sırada Urfa’da ilk Haçlı devletini kurdu (10 Mart 1098).
Sağlam surlarla çevrilmiş Antakya Türkler tarafından iyi savunuluyordu. Haçlılar Cenovalılar’ın takviyesi, bir İngiliz filosunun ve o sırada Kıbrıs’ta bulunan Kudüs patriğinin yardımlarına rağmen aylarca süren kuşatmadan sonuç alamadılar. Büyük Selçuklu Sultanı Berkyaruk’un şehri kurtarmak üzere Musul Valisi Kürboğa idaresinde gönderdiği ve birçok mahallî beyin kuvvetleriyle katıldığı büyük bir ordunun yaklaşmakta olduğu haberi Haçlılar’ı endişeye düşürdü (Mayıs 1098). Karargâhta çıkan panik, aralarında Kont Etienne de Blois’nın da bulunduğu bazı Haçlılar’ın ordudan kaçıp yurtlarına geri dönmelerine sebep oldu. Etienne de Blois Anadolu’da İmparator Aleksios ile karşılaştı ve ona Antakya kuşatmasından sonuç alınamayacağını söyledi. Bunun üzerine imparator da geri döndü. Öte yandan Ermeni asıllı Fîrûz adlı mühtedi bir kumandanla şehrin teslimi hususunda anlaşan Bohemund, diğer Haçlı reislerine imparator gelmediği takdirde şehrin onu zaptedenin elinde kalmasını teklif etti. Bohemund planını uygulamak için, Haçlı ordusuyla Antakya önüne gelmiş olan Bizans kuvvetlerinin kumandanı Tatikios’u da geri dönmesi için kandırmıştı. Daha sonra Bohemund, Fîrûz’un yardımı sayesinde birliklerini İki Kızkardeş Kulesi’nden şehre sokmayı başardı. İçeri girenler kapıları açınca Haçlı ordusu şehre girdi. Fîrûz’un ihaneti sonucunda Antakya Haçlılar’ın eline geçti (3 Haziran 1098). Haçlılar şehrin müslüman halkını öldürüp her yeri yağmaladılar. Bununla beraber iç kale dayanmaya devam etti. Bu sırada Kürboğa’nın ordusu Antakya önlerine ulaştı. Aralarında şehrin hâkimiyeti hususunda anlaşmazlık çıkan Haçlı reisleri sonunda anlaşarak 28 Haziran’da şehirden çıktılar ve Kürboğa’nın ordusuyla savaşa tutuştular. Orduda otoritesini tam anlamıyla sağlayamayan Kürboğa’nın yanındaki beylerin çoğu kuvvetlerini alıp gitti. Kürboğa savaşa devam ettiyse de geri çekilmek zorunda kaldı. Antakya önündeki bu yenilgi Birinci Haçlı Seferi’nin nihaî başarısına yol açtı. Kürboğa’nın çekilmesinden sonra Antakya’nın iç kalesi de teslim oldu. Bu sırada çıkan salgın hastalık yüzünden aralarında papanın elçisi Le Puy piskoposu Adhemar’ın da bulunduğu pek çok kişi öldü. Daha sonra Haçlı reisleri arasında Antakya’nın hâkimiyeti konusunda yapılan tartışmalar Bohemund’un lehine sonuçlandı. Bunun üzerine Raimond ordunun başına geçip Kudüs’e doğru yola çıktı, diğer liderler de güneye giden orduya katıldılar. Fakat Bohemund Antakya’da kaldı.
Haçlılar Beyrut yakınlarında Fâtımîler’in topraklarına girdiler. Selçuklular’ın ve Abbâsîler’in düşmanı olan Fâtımîler 1098’de Kudüs’ü Selçuklular’ın elinden almışlardı. Bundan dolayı Haçlılar’ın son saldırısı Mısır Fâtımîleri’ne karşı oldu. 7 Haziran 1099’da Kudüs önlerine gelen Haçlılar şehri kuşattılar, kısa bir süre sonra da Yafa’ya gelen gemilerden yiyecek ve malzeme yardımı almaya başladılar. 8 Temmuz’da oruç tutma emri verildi ve bütün ordu başlarında din adamları olduğu halde şehrin etrafını dolaşıp Sion dağına (Zeytindağı) çıktı. 13-14 Temmuz’da taarruza geçildi. 15 Temmuz günü Godefroi’nın adamları, Herodes (Çiçek) Kapısı yakınında kuzey surunun bir kısmını zaptederek şehre girdiler ve Sütunlar Kapısı’nı açtılar. Haçlılar şehre girerken müslüman halkın bir kısmı Kubbetü’s-sahre’ye ve Mescid-i Aksâ’ya sığınmaya çalıştı; bir kısmı da şehrin güney mahallelerine doğru kaçtı. Vali İftihârüddevle’nin, Dâvûd Kulesi’ni Kont Raimond’a teslim ettikten sonra adamlarıyla birlikte şehri terketmesine izin verildi. Haçlılar Kudüs’ü zaptettikten sonra görülmemiş bir vahşet sergilediler: Şehirdeki bütün müslümanlar öldürüldü. Tankred Kubbetü’s-sahre’ye saldırıp burayı yağmaladı. Mescid-i Aksâ’ya sığınanlar da kılıçtan geçirildi. Mûsevîler’in hepsi müslümanlara yardım ettikleri gerekçesiyle sığındıkları sinagoglar ateşe verilerek yakıldı. Haçlılar’ın yaptığı katliam öylesine kanlı bir boyuta ulaştı ki Haçlı ordusunda bulunan ve Kudüs’ün zaptını anlatan tarihçiler bile bu katliam karşısında duydukları dehşeti ifade etmişlerdir. Meselâ tarihçi Raimundus Aguilers, zaptın ertesi sabahı Harem-i şerif mahallesine giderken her tarafı kaplayan cesetlerin arasından ve dizlerine kadar çıkan kan birikintilerinin içinden geçmek zorunda kaldığını söyler. Kudüs’ü ele geçiren Haçlılar’ın bu başarısında, o yıllarda birlik ve beraberlikten uzaklaşmış bulunan İslâm-Türk dünyasının meselenin önemini kavrayamamış olmasının payı vardır.
Kudüs’ün ele geçirilmesinden sonra Haçlı liderleri burada kurulacak idare meselesini ele alarak şehrin dinî otorite ile değil resmî idare ile yönetilmesine karar verdiler. Godefroi de Bouillon “kutsal mezarın savunucusu” unvanıyla idarenin başına getirildi. Pisa piskoposu Daimbert de Kudüs patriği seçildi. Daimbert, her ne kadar daha sonra Kudüs’ün idaresini ele geçirmek için planlar yaptıysa da Godefroi’nın bir yıl sonra ölümü üzerine kardeşi Baudouin de Boulogne’un Urfa’dan çağırılıp kral olmasıyla (24 Aralık 1100) onun bu isteği gerçekleşmedi. Böylece Kudüs’te Haçlılar’ın gerçek hedeflerini ortaya koyacak şekilde bir feodal krallık kuruldu.
Doğu’da Kurulan Haçlı Devletleri. Urfa Kontluğu (1098-1144). Türkler’e karşı yardım isteyen Urfa’daki Ermeniler’in daveti üzerine Kilikya’dan Urfa’ya giden Baudouin de Boulogne’un şehrin hâkimi Thoros’u bertaraf ettikten sonra burada hâkimiyetini ilân etmesiyle kurulmuştur (10 Mart 1098). Urfa Kontluğu Doğu’daki ilk Haçlı devleti oldu. Baudouin, kısa zamanda civardaki bazı kalelerle Samsat ve Serûc (Suruç) şehirlerini ele geçirip kontluğun topraklarını genişletti. Ancak Baudouin, Kudüs’ün zaptından sonra buranın yöneticiliğine seçilmiş olan ağabeyi Godefroi de Bouillon’un ölümü üzerine Urfa Kontluğu’nun idaresini kuzeni Baudouin du Bourg’a devrederek Kudüs’e gitti ve kral unvanıyla idarenin başına geçti. Urfa’nın ikinci kontu Baudouin du Bourg (1100-1118), kontluğun topraklarını fazla genişletemediyse de Türk saldırılarına karşı koydu. Ayrıca 1102’de yanına gelen kuzeni Joscelin de Courtenay’i kendine yardımcı aldı. Fakat 1104 yılında Antakya Prinkepsi Bohemund ve Tankred ile birlikte Harran’ı ele geçirmek üzere çıktıkları seferde, Mardin hâkimi Artukoğlu Sökmen ve Musul Valisi Çökürmüş’ün kuvvetleriyle yapılan savaşta (7 Mayıs 1104) kuzeni Joscelin ile birlikte esir düşen Baudouin dört yıl sonra Türk esaretinden kurtulup Urfa’ya dönebildi. Bu zaman zarfında Urfa’nın idaresini Bohemund adına önce Tankred, daha sonra Richard de Salerne yürüttü. Ancak Tankred ve Richard, Baudouin’e Urfa’nın hâkimiyetini geri vermek istemeyince Baudouin onlarla yaptığı mücadelelerden sonra Urfa’ya sahip olabildi. Bu durum Urfa ile Antakya arasındaki ilişkileri bozdu ve bu düşmanlık kontluğun yıkılışına kadar sürdü. Musul Valisi Mevdûd’un 1110’da başlayıp daha sonra devam eden üç seferi Urfa Kontluğu’nun geleceği bakımından dönüm noktası oldu. Kontluğun Fırat’ın doğusunda kalan kısmı bu seferler sonunda tahrip edildi ve bölge halkının büyük kısmı nehrin batı tarafına göç etti. 1118’de Kral I. Baudouin’in ölümü üzerine Kudüs tahtına bu defa Urfa Kontu Baudouin du Bourg geçti. Yeni hükümdar da Urfa Kontluğu’nun idaresini kuzeni Joscelin de Courtenay’e bıraktı. Urfa Kontluğu’nu Dânişmendliler’e ve Artuklular’a karşı savunan Joscelin 1122’de Artuklu Beyi Belek b. Behrâm’a esir düştü ve Harput Kalesi’nde hapsedildi. Bu ikinci esaretinden bir yıl sonra kurtulup Urfa’ya dönen Joscelin’in 1131’de ölümünden sonra yerine oğlu II. Joscelin geçti. Onun zamanında Musul ve Halep’in hâkimi olan Atabeg İmâdüddin Zengî 24 Aralık 1144’te Urfa’yı fethetti; böylece Urfa Haçlı Kontluğu resmen son buldu. Bununla beraber Haçlılar, II. Joscelin’in idaresinde Tel Bâşir merkez olmak üzere Fırat’ın batısında 1150-1151’e kadar varlıklarını sürdürdüler. 1150’de II. Joscelin Nûreddin Mahmud Zengî’ye esir düştü ve Halep zindanında öldü. Karısı Beatrice kontluktan geri kalan toprakları Bizans’a satıp bölgeden ayrıldı. Ancak bu topraklar da bir süre sonra Türkler’in eline geçti, böylece Urfa Haçlı Kontluğu ortadan kalkmış oldu.
Antakya Prinkepsliği (1098-1268). 3 Haziran 1098’de Haçlılar’ın eline geçen Antakya Bizans imparatoruna iade edilmedi. Şehirdeki müslümanlar öldürüldükten sonra Bohemund burada Norman hâkimiyetini kurdu. Fakat şehrin yerli Ortodoks hıristiyan halkıyla Haçlılar arasındaki uyuşmazlık Bohemund’un Antakya’ya Latin-Katolik patriği getirmesiyle çoğaldı. Bohemund, 1100 Ağustosunda Dânişmendli beyi tarafından esir edilince yeğeni Tankred nâib oldu ve prinkepsliğin sınırlarını genişleterek Bizans’ın önemli kıyı şehri Latakia’yı da (Lazkiye) eline geçirdi. 1103’te serbest kalan Bohemund, 1104 yılında Harran Savaşı’ndaki yenilgiden sonra Avrupa’ya dönerek Papa II. Pascalis’i yeni bir Haçlı seferi konusunda ikna etti. Ancak topladığı orduyla yeni bir sefer düzenlemek yerine Bizans’ın Dyrrhakhion şehrine saldırdı. Bu saldırı da daha önceki 1081 seferi gibi başarısızlıkla sonuçlandı ve 1108’de imparatora Antakya için vasallık yemini etmeye mecbur kaldı. Ardından İtalya’ya döndü ve 1111’de öldü. Antakya’nın idaresine sahip olan Tankred ise dayısının yeminini hiçe sayarak Bizans hâkimiyetini tanımadı. Antakya’nın hâkimiyeti ve patrikliği meselesi iki taraf arasında devamlı anlaşmazlık konusu olarak kaldı. Tankred’in 1112 Aralığında ölümü üzerine şehrin idaresi kuzeni Roger de Salerne’e geçti. Antakya’daki Norman hâkimiyeti, Mardin Artuklu Beyi Necmeddin İlgazi’ye karşı Tel İfrîn’de yapılan (17 Rebîülevvel 513 / 28 Haziran 1119) ve kaynaklarda “Kanlı Meydan Savaşı” (Ager Sanguinis = Ma‘reketü sâhati’d-dem) olarak anılan savaşta büyük bir darbe yedi. Roger de Salerne savaşta ölünce Bohemund’un oğlu II. Bohemund’un gelişine kadar Antakya’nın idaresini Kudüs Kralı II. Baudouin üstlendi. 1126’da Antakya’ya gelerek prinkepsliğin başına geçen ve Kral II. Baudouin’in kızı Alice ile evlenen II. Bohemund’un hâkimiyeti 1130’da Dânişmendliler ile yaptığı savaşta ölmesiyle son buldu. Karısı Alice kızı Konstance adına idareyi üzerine aldıysa da 1136 yılında Konstance ile evlenen Raimond da Poitiers prinkepsliğin başına geçti. Raimond, 1138’de Bizans İmparatoru loannes Komnenos’un Antakya üzerine yaptığı sefer sonunda Bizans’ın üstünlüğünü kabul eder göründü. İmparatorun 1142 yılındaki ikinci seferi Antakya hâkimiyeti konusunda büyük endişe yarattı; fakat onun 1143’te sefer sırasında ölümü Raimond’u bu zor durumdan kurtardı. Raimond için en büyük tehlike Halep Hükümdarı Nûreddin Mahmud Zengî idi; çünkü Urfa’nın fethinden sonra sıra Antakya’ya gelmişti. Öte yandan Urfa’nın Haçlılar’ın elinden çıkması Avrupa’da yeni bir Haçlı seferini başlatmıştı. 1148 yılında Antakya’ya ulaşan Haçlılar’ın başındaki Fransa Kralı VII. Louis’den Nûreddin Mahmud’a karşı yardım isteyen Raimond bu yardımı elde edemedi. Haçlılar herhangi bir mücadeleye girmeden Kudüs’e gitmek istiyorlardı. Raimond kısa bir müddet sonra Nûreddin ile yapılan savaşta öldü (1149). Karısı Konstance Renaud de Chatillon ile evlendi. Fakat Renaud’nun hâkimiyeti de 1161’de Nûreddin’e esir düşmesiyle son buldu. Yerine Konstance’ın ilk kocası Raimond’dan olan oğlu III. Bohemund geçti. Antakya Prinkepsliği, 1268’de Memlük Sultanı I. Baybars tarafından ortadan kaldırılıncaya kadar Doğu siyasetinde fazla söz sahibi olmadan varlığını sürdürdü.
Kudüs Krallığı (1099-1291). I. Baudouin (1100-1118), özellikle Venedik ve Cenova filolarının yardımı sayesinde Filistin kıyı şehirlerini zaptederek Kudüs Krallığı’nın sınırlarını genişletti. Arsuf, Kaysâriye, Sayda, Hayfa, Yafa, Akkâ, Cübeyl, Trablusşam ve Beyrut ele geçirildi; bu şehirlerde yardımlarına karşılık Venedik ve Cenovalılar’a birer mahalle verildi. Celîle (Galilae) bölgesi işgal edilip burada şatolar inşa edildi. I. Baudouin, güneye yaptığı sefer sonunda Eyle’ye (Akabe) kadar ilerledi. Ölümünden sonra Kudüs tahtına geçen II. Baudouin zamanında (1118-1131) Sûr da (Tyrus) zaptedildi. Bu dönemde Templier (Dâviyye) şövalye tarikatı kuruldu. Hospitalier de (İsbitâriyye) bir şövalye tarikatına dönüştürüldü. Bu dinî-askerî kurumlar gelişip ülkenin stratejik noktalarında krallık ordularında hizmet etmeye başladılar. II. Baudouin’den sonra kızı Mélisende ile evlenen Foulques d’Anjou başa geçti. Onun siyaseti sınırların korunmasına yönelik oldu. Zira hükümdarlığı, Musul ve Halep hâkimi Atabeg İmâdüddin Zengî’nin kudretinin arttığı devreye rastlamıştı. Bütün Haçlı devletleri Zengî’nin etrafında toplanan İslâm âleminin tehdidi altındaydı. Haçlılar’a karşı sistemli bir mücadele başlatan Zengî 1144’te Urfa’yı da fethetti. Bu arada Kral Foulque öldü (1143) ve yerine oğlu III. Baudouin kral ilân edildi. Ancak yaşı küçük olduğundan annesi Mélisende krallığın idaresini eline aldı.
Trablus Kontluğu (1109-1289). Urfa, Antakya ve Kudüs’ten sonra Doğu’da kurulan dördüncü Haçlı devletidir. Birinci Haçlı Seferi’ne katılan Toulouse Kontu Raimond de Saint Gilles Kudüs’te umduğunu bulamayınca İstanbul’a dönüp Bizans İmparatoru Aleksios’tan yardım istedi. Fakat katıldığı 1101 Yılı Haçlı seferinde Merzifon yakınında I. Kılıcarslan karşısında yenilgiye uğraması prestijine ağır bir darbe indirdi. 1102’de Suriye’ye dönüp Tortosa’yı aldı ve Trablus’u kuşattı. Trablus onun ölümünden (1105) sonra 1109’da zaptedildi. Genellikle Kudüs Krallığı’na bağlı ve onunla iyi ilişkiler içinde bulunan kontluğu önce Bertrand, ardından oğlu Pons idare etti. Pons, 1137’de Dımaşk müslümanlarına karşı yaptığı savaşta ölünce kontluğun başına oğlu II. Raimond geçti. Pons’un ölümünden faydalanan İmâdüddin Zengî Trablus Kontluğu’na ait Ba‘rîn (Montferrand) Kalesi’ni kuşattı. II. Raimond, Kudüs Kralı Foulque’u yardımına çağırarak Ba‘rîn’i kurtarmaya çalıştıysa da kendisi Zengî’ye esir düştüğü gibi kral da canını güçlükle kurtarabildi. Zor durumda kalan kral ve Raimond, Bizans imparatorunun Antakya üzerine yürüdüğünü öğrenen Zengî’nin anlaşma yolunu tercih etmesi üzerine kurtuldular. II. Raimond’un 1152’de Bâtınîler tarafından öldürülmesinden sonra yerine oğlu III. Raimond geçti (1152-1187).
1101 Yılı Haçlı Seferleri. Kudüs’ün zaptı haberinin Avrupa’da meydana getirdiği heyecan, sürekli Doğu’ya gitmeye teşvik edilen hıristiyanları daha da coşturdu. Haçlı seferleri düşüncesini eyleme dönüştürüp hareketi başlatan Papa II. Urbanus ölünce (29 Temmuz 1099) yerine papa seçilen II. Pascalis (1099-1118) onun tutuşturduğu saldırı ruhunu aynen devam ettirdi. Yıllardan beri Avrupa’da sürdürülen Haçlı propagandasının yanı sıra Kudüs’te kurulmuş olan Haçlı devleti de Doğu’ya daha çok insanın gelmesini istiyordu. Çünkü hıristiyanların bölgeyi ellerinde tutmak için insan gücüne ihtiyaçları vardı. Papanın çağrısına Birinci Haçlı Seferi’nde olduğu gibi bu defa da krallar ilgi göstermedi. 1101 yılında Haçlı seferine çıkan üç büyük ordu dükler, kontlar ve kilise ileri gelenlerinin liderliğinde kuruldu. Birbirinden ayrı üç ordunun ilkini Milano başpiskoposu Anselm de Buis’nin idaresindeki Lombardlar, Kont Etienne de Blois’nın kumandasındaki Fransızlar ve Alman İmparatoru IV. Henri’nin kumandanı Konrad’ın idaresindeki Almanlar oluşturdu. İkinci ordu, Nevers Kontu II. Guillaume’un kumandasındaki Fransızlar’dan, üçüncüsü de Aquitania Dükü IX. Guillaume’un kumandasındaki Fransızlar ile Bavyera Dükü IV. Welf’in idaresindeki Almanlar’dan meydana geliyordu.
Yeni bir Haçlı seferi düzenlendiğini haber alan Bizans İmparatoru Aleksios bundan memnun kalmadı. Çünkü 1097’deki seferin sağladığı imkânla Ege bölgesini, Anadolu’nun batı ve güney kıyılarını ele geçirmiş ve İstanbul Türk akınlarının hedefi olmaktan çıkmıştı. Bununla birlikte Aleksios, Bizans topraklarından geçmeye ve İstanbul önlerinde buluşmaya karar veren yeni Haçlı ordularını karşılamak üzere gereken hazırlıkları yapmak zorunda kaldı. Bu seferin birinci ordusunu teşkil eden Lombardlar, Fransızlar ve Almanlar ayrı ayrı yola çıktılar. Macaristan’dan geçip yol boyunca Bizans arazisinde birçok yağma ve tahribat yaptıktan sonra 1101 ilkbaharında İstanbul’a ulaştılar. İlk gelen Lombard ordusu nisan ayı sonunda İzmit civarındaki karargâhlara yerleştirildi. Daha sonra gelen güçler Konrad’ın idaresindeki Almanlar oldu. Bunlar da hemen Anadolu’ya geçirilerek Lombardlar’ın yanına gönderildi. Üçüncü grubu oluşturan Fransızlar ise mayıs başında İstanbul’a vardılar. Bu sırada İmparator Aleksios Haçlı reislerine, Kudüs’ten İstanbul’a dönmüş olan Toulouse Kontu Raimond de Saint Gilles’i yanlarına danışman olarak almalarını tavsiye etti. Ayrıca kendi kumandanlarından Tzitas’ı 500 kişilik bir Peçenek birliğiyle onlara rehber olarak verdi. Fransız ordusu mayıs sonunda Anadolu yakasına geçip İzmit’te Lombard ve Alman kuvvetleriyle birleşti. Haçlılar Amasya-Niksar üzerine yürümeye karar verdiler. Lombardlar, Kudüs’e gitmek yerine Doğu Anadolu’da Türkler’in elindeki bölgeleri zaptederek burada bağımsız devletler kurma hayali içindeydiler. Ayrıca 1100 Ağustosunda Dânişmendliler tarafından esir alınarak Niksar’da hapsedilmiş olan İtalya Normanları’nın reisi ve Antakya Prinkepsliği’nin kurucusu Bohemund’u kurtarmak istiyorlardı. İmparator Aleksios bu fikri doğru bulmayıp onları alıkoymaya çalıştıysa da Haçlılar kararlarından dönmediler.
Haçlı ordusu İzmit’te toplandığı sırada Batı’dan gelen bu yeni tehlikeden zamanında haberdar olan Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıcarslan dört yıl öncesine göre daha güçlü durumdaydı. Her ne kadar 1097’de Anadolu’dan geçen Haçlı orduları Türkler’i Orta Anadolu’ya çekilmeye zorlamışsa da aynı zamanda Selçuklular’ın Orta Anadolu’da bütünleşerek kendilerini toparlamalarına sebep olmuştu. İznik yerine Konya başşehir yapılmış, Anadolu’nun merkezinde köklü bir yerleşme gerçekleşmeye başlamıştı. Aynı yıllarda Sivas ve Amasya bölgesinde Dânişmendli Beyliği de güçlenmekteydi. Bu iki komşu devlet arasında sonraki yıllarda şiddetlenecek olan mücadele, bu sırada iki devletin birleşmesini engelleyecek bir mahiyet arzetmiyordu. Dânişmendli beyi yeni Haçlı tehlikesini öğrenince I. Kılıcarslan ile iş birliği yapmayı kabul etti. Kılıcarslan, ayrıca Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye’deki Türk beylerine mektup yazarak yardıma gelmelerini istedi.
Haçlı ordusu, 3 Haziran 1101 tarihinde İzmit’ten hareket ederek İznik-Osmaneli-Gölpazarı-Nallıhan üzerinden ilerleyip 23 Haziran’da Ankara’ya vardı. I. Kılıcarslan’ın hâkimiyetinde olan Ankara Kalesi, sultanın uyguladığı savaş taktiği gereğince Haçlı ordusunun gelişinden önce boşaltılmıştı. Haçlılar kaleyi hemen ele geçirdiler ve İmparator Aleksios ile yapılan antlaşmaya uyarak burasını Bizans kumandanına teslim ettikten sonra Çankırı yönünde ilerlemeye başladılar. 2 Temmuz’da Çankırı’ya ulaşan Haçlılar, geri çekilmekte olan Kılıcarslan’ın bölgedeki tarlaları tahrip etmesinden dolayı yiyecek sıkıntısı çekmeye başladılar. Ayrıca buraya vardıklarında bütün Türk kuvvetlerinin Çankırı’da toplandığını gördüler. Sultan I. Kılıcarslan’ın Çankırı’ya kadar onlara müdahale etmemiş olması uygulamak istediği stratejiyle ilgilidir. Kılıcarslan, Haçlılar’ın Çankırı’ya kadar ilerlediğini Dânişmendli hükümdarına ve birçok Türk beyine bildirerek onları yardıma çağırdı. Amacı, Haçlılar’ı tamamen Türk bölgesi içine çekip yardıma gelecek Türk kuvvetleriyle birleştikten sonra onları savaşa zorlamaktı. Savaş öncesinde yapılacak iş ise çeşitli taktiklerle Haçlılar’ın gücünü kırmaktı. Kılıcarslan bu taktiği başarıyla uyguladı. Dânişmendli kuvvetleri ve Halep Selçuklu Meliki Rıdvan’ın, Harran Emîri Karaca’nın, Artuklu Beyi Belek b. Behrâm’ın güçleriyle birleşip Haçlılar’la mücadeleye başladı. Haçlı ordusunu yol boyunca takip ederek hırpaladı ve nihayet 2 Ağustos Cuma günü Merzifon yakınındaki bir ovada Haçlı kuvvetlerini sarıp bunları savaşa zorladı. Haçlılar, ovanın etrafını kuşatan tepelerden inen Türk ordusunun hücumu karşısında önce şaşırdılarsa da hemen toparlanıp bir kamp oluşturdular. Türk süvarileri kampın etrafında at koşturarak Haçlılar’ı ok yağmuruna tutuyordu. Fakat sayıca kendilerinden on kat fazla olan Haçlı ordusunu dağıtmak mümkün değildi. Ertesi gün de Türkler Haçlı kampına hücumlarını tekrarlayıp ordugâhın etrafını sardılar. Bu durumda Haçlılar’ın Türkler’le bir meydan savaşını kabul etmekten başka çareleri kalmadı. 5 Ağustos sabahı başlayan savaş bütün gün sürdü. Haçlılar, durumlarının ümitsiz olduğunu anlayarak gecenin karanlığından faydalanıp kaçmaya karar verdiler. Haçlı liderleri ve şövalyeler yaya askerlerini, kadınları, çocukları ve yaşlıları ordugâhta bırakıp kaçtılar. Türkler de şafakta Haçlı ordugâhına girdiler, ancak zaman kaybetmeden ordunun peşine düşerek yakaladıkları Haçlılar’ı kılıçtan geçirdiler. Raimond ve Tzitas Bafra’ya kaçmış, buradan İstanbul’a dönmek üzere bir gemiye binmişlerdi. Kaçabilen diğer Haçlı reisleri, Bizans’a ait Sinop Kalesi’ne sığınmak suretiyle canlarını kurtardılar. Büyük Haçlı ordusundan geriye kalan bu kılıç artıkları sahil yolunu takip ederek İstanbul’a geri döndüler. Haçlılar’ın kayıpları çok büyüktü. Ordunun beşte dördünü, ayrıca sayısız eşya, para ve silâh kaybetmişlerdi. Bundan daha önemlisi bütün hayalleri yıkılmıştı. Türkler ise bu zafer sayesinde kendilerine olan güvenlerini yeniden kazanmışlardı. Fakat çok geçmeden ikinci bir Haçlı ordusunun Anadolu’ya geçtiğini ve Konya istikametinde ilerlediğini haber aldılar.
Nevers Kontu II. Guillaume’un idaresindeki
Fransızlar’dan oluşan bu ordu birinci ordunun hareketinden hemen sonra
İstanbul’a gelmiş ve onlara yetişmek üzere Anadolu’ya geçip Ankara’ya
yürümüştü. Fakat Haçlılar, Ankara’da ilk ordunun o sırada nerede
bulunduğunu öğrenemediler. Bunun üzerine Kont Guillaume güneye,
Kulu-Cihanbeyli üzerinden Konya’ya giden yola saptı. Kılıcarslan durumu
öğrenir öğrenmez Dânişmendli beyi ile harekete geçti ve Nevers ordusuna
daha Konya’ya varmadan yolda ulaştı. Türk birlikleri üç gün boyunca
Haçlılar’a hücum ettiler, ancak henüz yıpranmamış olan bu ordunun
yürüyüşünü engelleyemediler. Kılıcarslan, Haçlılar’ın zor şartlar
altında bir süre daha ilerleyip kuvvetten düşmesi için onların önü sıra
geri çekildi. Haçlılar, Konya’ya ulaşıp şehrin dışında bir gün
konakladıktan sonra güneye gitmek üzere harekete geçtiler. Ancak üç gün
boyunca yolda su bulamadıklarından güçlerini iyice kaybettikleri bir
sırada etraflarının Türkler tarafından sarıldığını gördüler. Yapılan
savaşta Haçlılar tam bir yenilgiye uğratıldı ve hepsi kılıçtan
geçirildi. Sadece Kont Guillaume ve bazı şövalyeler Bizans’ın elinde
bulunan Germanikopolis (Ermenek) Kalesi’ne sığınarak canlarını
kurtarabildiler. Fakat Haçlılar’a karşı kazanılan bu ikinci zaferle de
henüz mücadele sona ermiş değildi; çünkü Türkler Nevers ordusuyla
savaştığı sırada Aquitanialı Fransızlar ile Bavyeralı Almanlar’dan
oluşan üçüncü bir Haçlı ordusu İznik-Akşehir yolundan ilerleyerek
Selçuklu topraklarına girmiş bulunuyordu.
Yine çok kalabalık
olan üçüncü Haçlı ordusunun gelişinden daha Selçuklu topraklarına
girmeden önce haberdar olan I. Kılıcarslan birinci orduya karşı
uyguladığı taktiği uyguladı. Bu ordunun önü sıra geri çekilerek Konya
üzerinden ilerleyen Haçlılar’ı eylül ayı başında Avlos (Akgöl) ovasında
pusuya düşürdü. Haçlılar’ın hemen hepsi savaş alanında öldürüldü. Sadece
Toros dağlarına doğru kaçan az sayıdaki kişi canını kurtarabildi.
Sonuçta 1101 yılındaki Haçlı seferlerinin sadece liderleri Antakya’da
toplanarak bazı adamlarıyla birlikte Kudüs’e gidebildiler. Ancak seferin
askerî yönden hiçbir önemi kalmamış, Kudüs Krallığı’nı kuvvetlendirmek
amacıyla düzenlenen sefer bir netice alınmadan sona ermişti. Türkler’in
kazandığı bu başarı Türk milletinin Anadolu’daki varlığını ispatlamıştı.
Artık İstanbul’dan Suriye’ye inen yol gerek Bizans gerekse Haçlı
orduları için kesinlikle kapanmıştı. Her ne kadar 1147-1148 ve 1190
yıllarında yapılan Haçlı seferleri sırasında Alman ve Fransız orduları
Anadolu’dan Suriye’ye geçiş yolunu zorlamaya çalıştılarsa da hiçbir
başarı elde edemediler. Haçlılar bundan sonraki seferlerini deniz
yoluyla yapmak zorunda kaldılar.
İkinci Haçlı Seferi. Urfa’nın
Türkler tarafından fethedildiği (24 Aralık 1144) haberi Avrupa’da şok
etkisi yaptı. Doğu’daki Haçlı devletlerine yardım etmek için Papa III.
Eugenius 1145 yılı sonunda yeni bir Haçlı seferi düzenlenmesi konusunda
Batı hıristiyanlarına çağrıda bulunarak sefere katılacaklara daha önce
yapılan vaadleri tekrarladı. Fransa Kralı VII. Louis bu çağrıyı coşku
ile destekledi. İkinci Haçlı Seferi, 31 Mart 1146’da Véselay’de Aziz
Bernard de Clairvaux’nun konuşmasını dinlemek için toplanmış olan büyük
halk kitlesi tarafından sevinç gösterileriyle kabul edildi. Bernard daha
sonra vaazlarda bulunmak üzere Burgundia, Lorraine ve Flandre
bölgelerini dolaşıp Almanya’ya geçti. Önce Rhein bölgesinde Mûsevîler’e
karşı yeniden başlatılan şiddet hareketlerini durdurmaya çalıştı.
Ardından Almanlar’ı ve Kral III. Konrad’ı Haçlı seferine katılmaya ikna
etti. Böylece İkinci Haçlı Seferi, daha öncekilerden farklı olarak
Avrupa’nın iki büyük hükümdarının liderliğinde yapıldı.
Öte
yandan Bizans İmparatoru Manuel Komnenos, bu sırada Batı’nın yardımına
ihtiyacı olmadığından yeni bir Haçlı seferini tasvip etmiyordu. Bu
sebeple Haçlılar’ın gelişinden önce Anadolu Selçuklu Sultanı I. Mesud
ile barış yapmak gereğini duydu. Türkler’le yaptığı bu anlaşma yüzünden
Manuel Batılılar’ca Hıristiyanlığa ihanet etmekle suçlandı. Manuel daha
çok, bu Haçlı seferini fırsat bilen Sicilya Kralı II. Roger’nin
saldırısından endişe duymaktaydı.
Kral III. Konrad, 1147
Mayısında beraberinde Polonya ve Bohemya kralları, yeğeni Friedrich von
Schwaben olduğu halde büyük bir ordu ile yola çıktı. Macaristan’ı geçip
Bizans topraklarına girince imparatora zarar vermeyeceğine dair yemini
kabul etti. Fakat kalabalık ve disiplinsiz Alman ordusu yol boyunca pek
çok olaya sebebiyet verdi. 10 Eylül 1147’de İstanbul’a varan Almanlar’ın
taşkın hareketleri burada da devam etti; imparatorluk birlikleri
bunları itaat altında tutabilmek için çatışmalara girmek zorunda
kaldılar. Nihayet Fransızlar’ın gelişinden önce Alman ordusu Anadolu
tarafına geçirilebildi. Konrad’ın isteği üzerine Alman ordusuna
kılavuzlar veren Manuel, ona Türkler’le savaşa girmeden Bizans arazisi
içinden geçip Antalya’ya ulaşmasını tavsiye etti. Konrad ise İznik’e
gelince doğuya döndü; niyeti Birinci Haçlı Seferi’nde takip edilen
yoldan gitmekti. 15 Ekim’de İznik’ten ayrılan Almanlar Dorylaion’a
yaklaşırken 25 Ekim 1147 günü Selçuklu ordusunun saldırısına uğradılar.
Türk süvarisinin birbirini takip eden hücumları Almanlar’ı kısa zamanda
mahvetti. Alman ordusunun yüzde doksanı imha edildi. Askerlerini ve
ağırlıklarını kaybeden Konrad İznik’e doğru kaçmaya başladı. Türkler’in
eline birçok esir ve ganimet geçti. Bu zaferle, Türkler elli yıl önce
hemen hemen aynı yerde Birinci Haçlı Seferi ordularına karşı
kaybettikleri savaşın intikamını almış oldular.
Almanlar’ın
hareketinden bir ay sonra Fransa Kralı VII. Louis, karısı Eleonore
d’Aquitane ile birlikte Macaristan üzerinden ilerleyerek 4 Ekim’de
İstanbul’a vardı. Fransızlar Manuel’in Türkler’le anlaşma yapmasına
öfkelendiler. Fakat Louis temkinli davrandı ve imparatora vasallık
yemini etti. Fransız ordusu kasım başında İznik’e ulaştığında Konrad’ın
yenilgisini öğrendi. İki kral İznik’te buluşarak güneye doğru yürümeye
karar verdiler ve Balıkesir-Bergama-İzmir üzerinden Efes’e gittiler.
Sağlığı bozulan Konrad buradan İstanbul’a döndü. Manuel onun tedavisiyle
bizzat ilgilendi ve iki hükümdar arasında yakın bir dostluk kuruldu.
Konrad iyileştikten sonra 1148 Martında İstanbul’dan ayrılarak bir
Bizans filosuyla Filistin’e gitti ve nisan ayında Akkâ’da karaya çıktı.
Fransızlar’ın Efes’ten sonra ilerleyişi çok zor oldu. Menderes vadisi
boyunca Türkler tarafından takip edildiler ve Yalvaç yakınında nehirden
geçerken Türkler’le savaşmak zorunda kaldılar (1 Ocak 1148). Devamlı
Türk hücumlarına mâruz kalarak Denizli üzerinden yürüyüp şubat başında
Antalya’ya vardılar. Kral Louis ve şövalyeler buradan gemilerle
Antakya’ya giderken yaya Haçlı ordusu geride bırakıldı. Kara yoluyla
Suriye’ye hareket eden yaya Haçlılar yol boyunca Türkler tarafından
hırpalanarak Kilikya’yı geçmeye çalıştılar ve ancak yarısından daha azı
ilkbahar sonunda Antakya’ya ulaşabildi.
Fransa Kraliçesi
Eleonore’un amcası olan Antakya Prinkepsi Raimond de Poitiers Kral
Louis’yi sevinçle karşıladı. Raimond Halep’e saldırmak istiyordu. Burası
Nûreddin Mahmud Zengî’nin güç merkeziydi. Urfa’dan Hama’ya kadar uzanan
bölgeye, sahip olan Nûreddin Antakya için büyük tehlike haline
gelmişti. II. Joscelin de Urfa’nın kaybından sonra Tel Bâşir’de
tutunmaya çalışıyordu. Fakat bir an önce Kudüs’e gitmek isteyen Kral
Louis Halep üzerine yapılacak bir sefere yanaşmadı. Esasen Alman Kralı
Konrad Kudüs’e varmış ve Kudüs patriği bizzat Antakya’ya gelerek
kendisinin Kudüs’te beklendiğini haber vermişti. Bunun üzerine Louis
Kudüs’e hareket etti.
Bütün Haçlılar Filistin’e vardıktan sonra
Kraliçe Mélisende ve Kral III. Baudouin, Alman ve Fransız ileri
gelenleriyle 24 Haziran 1148’de Akkâ’da bir toplantı yaptılar. Urfa,
Antakya, Trablus kontlarının yokluğuna ve Haçlılar’ın yol boyunca
uğradıkları kayıplara rağmen Kudüs’te büyük bir kuvvet oluştu. Nihayet
Dımaşk üzerine sefer yapılmasına karar verildi. Fakat Dımaşk hâkimi Üner
(Unur), Kudüs Krallığı ile iş birliği yapmaya hazır bir kimse olmasına
rağmen bu seferden haberdar olunca yardım etmesi için Nûreddin’e elçi
gönderdi. Bunun üzerine Nûreddin Dımaşk’a doğru ilerlemeye başladı.
Fransız ve Alman Haçlıları ile takviye edilen Kudüs ordusu Celîle
bölgesinden geçerek 24 Temmuz’da Dımaşk önüne geldi. İlk gün bazı
başarılar elde eden Haçlılar, Dımaşk birliklerini surların gerisine
çekilmeye zorlayarak şehrin güneyindeki bölgeyi ellerine geçirdiler.
Fakat ertesi gün Üner’in çağırdığı yardımcı kuvvetler kuzey kapısından
şehre girmeye başlayınca Üner mukabil taarruza geçerek Haçlılar’ı güney
surlarının yanından uzaklaştırdı. Kral Louis, Konrad ve Baudouin’in
kararı ile 27 Temmuz günü bütün Haçlı ordusu doğu surlarının önündeki
ovaya çıktı. Ancak Kudüs baronlarının tavsiyesi üzerine alınan bu karar
Haçlı ordugâhında karışıklığa yol açtı. Fransızlar ve Almanlar,
baronların Üner tarafından rüşvetle elde edildiğini ve ordugâhın bu
uygunsuz yere nakledilmesiyle Dımaşk’ın zaptının artık mümkün
olamayacağını söylüyorlardı. Öte yandan Üner, sayısı gittikçe artan
kuvvetleriyle Haçlı ordugâhına yeni saldırılar düzenliyordu. Haçlılar
ihanet dedikodularıyla cesaretlerini kaybederken Haçlı reisleri arasında
da zaptından sonra Dımaşk’ın idaresinin kime verileceği hususunda kavga
başlamıştı. Bu durum Dımaşk’a taarruzun aleyhinde olanların sayısını
arttırdı. Öte yandan Nûreddin’in birlikleri birkaç gün içinde Dımaşk’ta
olacaktı, Haçlılar’ın ise takviye alma ümidi yoktu. Bunun üzerine
krallar geri çekilme emri verdiler. Haçlı ordusu 28 Temmuz’da Celîle
yönünde çekilmeye başladı. Fakat Üner’e bağlı Türkmen atlıları Haçlı
ordusunun peşine takılıp onlara ağır kayıplar verdirdiler. Sefer tam bir
fiyasko ile sonuçlandı. Haçlılar’ın itibarı Dımaşk seferiyle ağır bir
darbe yemişti. Alman Kralı Konrad hemen Filistin’den ayrıldı. Akkâ’dan
Selânik’e giderek Bizans İmparatoru Manuel ile Sicilya Kralı II.
Roger’ye karşı ittifak yaptı ve 1149 ilkbaharında ülkesine döndü. Fransa
Kralı Louis, 1149 yaz başına kadar Kudüs’te kaldıktan sonra İmparator
Manuel’e düşmanlık hisleri içinde yola çıkarak Güney İtalya’da Sicilya
Kralı Roger ile buluştu. İki kral Bizans’a karşı bir Haçlı seferi
yapmayı planladılarsa da bunu uygulama imkânı bulamadılar.
İkinci Haçlı Seferi’nden Sonra Doğu’da Durum. İkinci Haçlı Seferi’nin
başarısızlıkla sonuçlanması, Nûreddin Zengî’nin Suriye’de nüfuz ve
hâkimiyetini arttırmasına yardım etti. Anadolu Selçuklu Sultanı I. Mesud
da Franklar’ın bu yenilgisinden faydalanarak Maraş’a saldırdı. Antakya
Prinkepsi Raimond de Poitiers Mesud’a karşı harekete hazırlanırken Mesud
ile anlaşan Nûreddin, İnab Kalesi önünde savaşa tutuştuğu Antakya
birliklerini yenilgiye uğrattı. Raimond bu savaşta öldü (28 Haziran
1149); şehrin idaresini karısı Konstance üstlendi. 1150 yılı
ilkbaharında Urfa Kontu II. Joscelin Nûreddin’e esir düşünce karısı
Beatrice kontluktan geri kalan toprakları Bizans imparatoruna satıp
bölgeden ayrıldı; ancak bu topraklar da kısa zamanda Türkler’in eline
geçti. 1151’de Râvendân ve Tel Bâşir Nûreddin, Ayıntab ve Dülûk Mesud,
Samsat ve Birecik Artuklu Beyi Timurtaş tarafından zaptedildi. 1152
yılında Trablus Kontu II. Raimond Bâtınîler tarafından öldürülünce
yerine oğlu III. Raimond geçti. Aynı yıl III. Baudouin de annesi
Mélisende’ı iktidardan uzaklaştırıp Kudüs Krallığı’nın idaresine tek
başına hâkim oldu. Onun 1153’te Askalân’ı zaptı Haçlılar’ın son büyük
başarısını teşkil etti. Ancak bir yıl sonra Nûreddin’in Dımaşk’a hâkim
olması bu başarının önemini azalttı. Çünkü Nûreddin’in bu zaferi, sadece
Kudüs Krallığı’nın değil Antakya ve Trablus devletleri sınırlarının da
tek bir müslüman güç tarafından çevrelenmesi sonucunu doğurmuştu.
1162’de ölen Kral III. Baudouin’in çocuğu olmadığı için tahta kardeşi
Amaury geçti. Amaury bütün dikkatlerini Mısır üzerinde topladı. Zira
Nûreddin Zengî, her ne kadar Suriye’deki müslüman gücünü elinde
toplamışsa da Mısır’a sahip olamadığı sürece Kudüs Krallığı için hayatî
bir tehlike arzetmezdi. Fâtımî hilâfeti ise süratle çökmekteydi. Amaury,
1163 yılı Eylülünde Mısır’a âni bir baskın yaparak Bilbîs’i (Pelusium)
kuşattı. Ancak vezir Dırgām b. Âmir, Nil nehrinin bentlerinden birkaçını
açarak onu geri çekilmek zorunda bıraktı. Amaury’nin bu teşebbüsünden
haberdar olan Nûreddin, eski Fâtımî veziri Şâver b. Mücîr’in sarayına
gelerek Kahire’deki mevkiini yeniden elde etmek için kendisinden yardım
istemesi üzerine Mısır’a ordu göndermeye karar verdi. 1164 Nisanında
Şîrkûh el-Mansûr’un idaresinde Mısır’a birlikler yolladı. Şîrkûh’un
yanında genç yeğeni Selâhaddîn-i Eyyûbî de vardı. Nûreddin’in ve
Amaury’nin Mısır’ı ele geçirmek için giriştikleri mücadele 1169 yılına
kadar sürdü. 8 Ocak 1169’da Kahire’ye giren Şîrkûh, birkaç hafta içinde
bütün Mısır’a hâkim olduysa da iki ay sonra öldü. Yerine Selâhaddîn-i
Eyyûbî geçti. Kral Amaury, Mısır’ı kaybetmiş olmanın Kudüs Krallığı için
ne büyük bir tehlike teşkil ettiğini bildiğinden yeni bir Haçlı seferi
düzenlenmesi için Batı’ya elçiler gönderdi. Ancak elçiler Avrupa
krallarından olumlu bir cevap alamadılar. Amaury bu arada Bizans
imparatoruna da başvurmuştu. İmparator Manuel yardım etmeyi kabul ederek
kuvvetli bir donanma ile onu desteklediyse de Mısır’a karşı yapılan
sefer başarısızlıkla sonuçlandı. 1171’de Nûreddin’in emriyle Selâhaddin
hutbede Fâtımî halifesinin yerine Bağdat halifesinin adını okuttu.
Böylece Fâtımî hilâfeti son bulurken müslümanlar da Haçlılar’a karşı
birleşmiş oldular.
1174 Mayısında Nûreddin Zengî, iki ay sonra
da Kral Amaury öldü. Nûreddin’in oğlu İsmâil henüz on bir yaşında bir
çocuk olduğundan devlet idaresi valiler arasında paylaşıldı. İktidar
mücadelesini neticede Selâhaddîn-i Eyyûbî kazandı ve birliği yeniden
kurdu. Amaury’nin ölümü ise krallığı çaresizlik içine düşürdü.
Hânedandan geriye sadece on üç yaşında cüzzamlı oğlu Baudouin kalmıştı.
Baudouin hemen kral ilân edildiyse de niyâbet hususunda krallık ileri
gelenleri ikiye ayrıldı. Önce Trablus Kontu Raimond nâib oldu; fakat
1176’da Baudouin, karşı grubun başında bulunan dayısı Joscelin de
Courtenay’in tarafına döndü. 1177’de rüşdünü ispat eden genç kralın
hastalığı gittikçe artıyordu. Tahtın devamını sağlamak için vâris
gerekiyordu. Bu sebeple kralın kız kardeşi Sibylle, Guillaume de
Montferrat ile evlendirildi. Sibylle 1177 sonbaharında bir erkek çocuk
dünyaya getirdi. Bu çocuk geleceğin V. Baudouin’i olacaktı. Bu arada
Guillaume öldü ve Sibylle bu defa Guy de Lusignan ile evlendirildi.
Fakat bu evlilik baronlar arasında mevcut rekabeti kızıştırdı. Bu arada
Ana Kraliçe Agnes de Countenay, kardeşi Joscelin, kızı Sibylle ve
Lusignanlar’ın dahil olduğu bir saray partisi oluştu. Bu parti sık sık
yerli baronlar ve eski aileler tarafından sürdürülen muhalefetle
karşılaşıyordu. Krallık iç meselelerle uğraşırken dışarıdan gelecek
yardım ümitlerini de kaybetmişti. Batı’dan istenen yardım, Papa III.
Alexandrus’un (1159-1181) gayretlerine rağmen bir sonuç vermemişti.
Bizans da yardım edecek durumda değildi. Zira Anadolu’da kudreti
gittikçe artan Selçuklu Sultanı II. Kılıcarslan (1155-1192), İmparator
Manuel’in idaresindeki Bizans ordusunu 1176 Eylülünde Miryokefalon’da
(Myriokephalon) büyük bir yenilgiye uğratmıştı. 1180’de Manuel öldükten
sonra Kudüs Krallığı’nın Bizans İmparatorluğu ile iş birliği ümitleri
tamamen söndü. Öte yandan Selâhaddîn-i Eyyûbî, 1183’te Halep’e de sahip
olarak hâkimiyet alanını Mısır’dan Dicle kıyılarına kadar uzattı ve
bütün Haçlı devletlerini çember içine aldı.
Kudüs Kralı IV.
Baudouin 1185 Martında öldü. Önceden varılan anlaşmaya göre, henüz sekiz
yaşında bir çocuk olan yeğeni Baudouin Trablus Kontu III. Raimond’un
niyâbetinde kral ilân edildi. Krallığın durumu kötüye gittiğinden
Raimond Selâhaddin ile dört yıllık bir anlaşma yaptı. Bu anlaşma
sayesinde müslüman komşularla ticaret yeniden başladı. Beklenen Haçlı
seferi gerçekleşinceye kadar barış korunabilirse krallığın geleceği
güvence altına alınabilirdi. Fakat V. Baudouin 1186’da ölünce, başında
Joscelin de Courtenay’in bulunduğu saray partisi anlaşmayı hiçe sayarak
nâib III. Raimond ve taraftarlarını idareden uzaklaştırıp Sibylle’e
Kudüs’te taç giydirdi. Sibylle de kocası Guy de Lusignan’a taç giydirip
onu kral ilân etti. Bu durum krallık ileri gelenlerini ikiye böldü.
Kral Guy antlaşmanın sürmesine taraftardı. Fakat eski Antakya prinkepsi
olup 1161’de esir alınan ve Halep’te on altı yıllık esaretten sonra
Filistin’e gelerek Kerek-Şevbek hâkimi olan Renaud de Châtillon,
müslümanlara karşı yıllardan beri sürdürdüğü düşmanlıktan vazgeçmemişti.
Renaud daha 1182’de Selâhaddin’in kuzeyde bulunmasından faydalanarak
Kızıldeniz’e bir donanma gönderip Mekke’ye giden gemileri vurmak ve
hatta İslâm’ın kutsal şehrine saldırmak hususundaki tasarısını
uygulamaya başlamıştı. Önce Akabe körfezindeki Eyle’yi eline geçirmiş,
fakat şehrin yakınındaki ada üzerinde bulunan kaleyi alamayınca kendisi
burada kalıp donanmayı Afrika kıyısı boyunca güneye yollamıştı. Bu
donanma küçük şehirleri yağmalamış, Ayzâb’ı yakmış, burada Hindistan’dan
gelen ticaret gemilerini zaptetmiş ve sahile çıkarak çöl yoluyla gelen
savunmasız bir kervanı da basmıştı. Korsanlar Ayzâb’dan Arabistan
kıyısına geçerek Medine’nin limanlarından Yenbu‘daki gemileri ateşe
vermiş ve Râgıb’a doğru ilerleyip Cidde’ye giden bir hacı gemisini
batırmışlardı. Durumdan haberdar olan Selâhaddin’in kardeşi Mısır Valisi
el-Melikü’l-Âdil, Hüsameddin Lü’Iü’ kumandasındaki bir donanmayı
Haçlılar’ın üzerine göndermişti. Hüsâmeddin önce adadaki kaleyi
kuşatmadan kurtarıp Eyle’yi geri almış, ardından güneye inerek donanmayı
imha etmişti. Ele geçirilen esirler Kahire’ye götürülerek öldürülmüştü.
Renaud bu defa, anlaşma sayesinde krallık arazisinden geçerek
Mısır-Dımaşk arasında gidip gelen kervanlara göz koydu. 1186 sonunda
Moab bölgesinde Kahire’den gelen bir kervana saldırıp tâcirleri ve
malları Kerek Kalesi’ne götürdü. Selâhaddin antlaşmaya dayanarak
esirlerin serbest bırakılmasını ve zararın ödenmesini istedi. İsteğinin
yerine getirilmemesi üzerine de antlaşmanın bozulduğunu ve Haçlılar’la
savaşın kaçınılmaz olduğunu bildirdi.
1187 ilkbaharında
Selâhaddin Havran bölgesinde ordusunu toplarken Kral Guy de bütün
asillerini, şövalyelerini maiyetiyle birlikte Akkâ’ya çağırdı. Haziran
sonunda 1200 şövalye, çok sayıda atlı ve 10.000 kadar yaya asker Akkâ’da
toplandı. Kudüs’ten kutsal haç getirildi. 4 Temmuz 1187 sabahı
Hittîn’de meydana gelen savaşta Haçlı piyadeleri göle doğru kuşatmayı
yarmaya çalıştılar, fakat hemen hepsi ya kılıçtan geçirildi ya da esir
alındı. Şövalyeler ve atlı askerler gayretle savaştılarsa da sonunda
yenildiler. Sadece III. Raimond, Renaud de Sidon ve Balian d’Ibelin
kuşatmayı yarıp kurtulabildiler. Kral Guy’nin hayatı bağışlandı.
Selâhaddin Renaud de Châtillon’u öldürttü. Templier ve Hospitalier
tarikatı şövalyeleri de katledildi. Diğer şövalyelere ise iyi davranıldı
ve çoğu sonradan fidye ile serbest bırakıldı. Kutsal haç müslümanların
eline geçti. Bu savaşta Kudüs Krallığı’nın hemen hemen bütün askerî gücü
yok edilmişti. Bundan sonra Taberiye, Akkâ, Nablus, Yafa, Sayda,
Beyrut, Cübeyl, Askalân ve Gazze birbiri ardınca zaptedildi. Böylece
sıra Kudüs’e gelmişti. Selâhaddin’in 20 Eylül’de kuşattığı şehir sonunda
teslim oldu. Selâhaddin Kudüs halkına çok merhametli davrandı ve az bir
fidye ödeyerek gitmelerine izin verdi. Ayrıca binlerce kişiyi de
serbest bıraktı.
Selâhaddîn-i Eyyûbî, 27 Receb 583’te (2 Ekim
1187) Mi‘rac gecesi Kudüs’e girdi. Kudüs’ten ayrılanlar Sûr, Trablus ve
Antakya’ya sığınırken Ortodokslar ve Ya‘kūbîler şehirde kaldılar.
Mûsevîler’in de şehre yerleşmesine izin verildi. Hıristiyanlara ait
kutsal yerlerin idaresi Ortodoks kilisesine teslim edildi. Selâhaddin
1188 yılında fetihlerine devam ederek 1189’da Sûr (Tyrus) dışında bütün
Kudüs Krallığı topraklarını eline geçirdi. Trablus Kontluğu ile Antakya
Prinkepsliği sadece başşehirle birkaç kasabadan ibaret kaldı.
Üçüncü Haçlı Seferi. Hittîn yenilgisi ve Kudüs’ün müslümanlar tarafından
zaptı Avrupa’da büyük yankı uyandırdı. Bunu, Konrad ve Montferrat
idaresinde Sûr’da toplanan Haçlılar’ın Batı’dan âcil yardım istemek
üzere gönderdikleri Sûr başpiskoposu Josias’ın Sicilya’ya gelişi takip
etti. Sicilya Kralı II. Guillaume hemen Doğu’ya yardım hazırlıklarına
başladı ve Amiral Margaritus kumandasında bir filoyu Suriye sahillerine
gönderdi. Josias Sicilya’dan Roma’ya gitti. Hasta olan Papa III. Urbanus
duyduğu haberlerin üzüntüsüyle 20 Ekim’de öldü. Halefi VIII. Gregorius
bir bildiri yayımlayarak bütün Batı hıristiyanlarını yeni bir Haçlı
seferine çağırdı. Ancak Gregorius da iki ay sonra ölünce yerine papa
seçilen III. Clemens, Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa ile temasa
geçti. Bu arada Josias da Fransa ve İngiltere krallarının yanına gitti.
Krallar yeni bir Haçlı seferini kabul ettilerse de ülkelerindeki
sorunlar yüzünden ikisi de hemen yola çıkacak durumda değildi.
Nihayet Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa 1189 Mayısında büyük bir
orduyla yola çıktı. Macaristan’ı geçerek Bizans topraklarına girdi.
Ordusu Balkanlar’da birçok olaya sebebiyet veren Friedrich ile Bizans
İmparatoru II. Isaakios Angelos arasında önemli anlaşmazlıklar çıktı.
Friedrich ordusunu Çanakkale Boğazı’ndan Anadolu’ya geçirip güneye
ilerledi. Alman ordusu karşısında endişeye kapılan II. Kılıcarslan
bunlarla savaşa girişmedi; ordunun peşine takılıp askerleri rahatsız
etmekle yetindi. Ancak bu etkili bir taktik oldu. Açlık, susuzluk ve
Türkler’in baskını Almanlar’a ağır kayıplar verdirmeye başladı.
Friedrich, Kılıcarslan tarafından boşaltılmış olan Konya’ya girdiyse de
burada fazla kalmadı ve ordusunu Toros geçitlerinden Silifke’ye doğru
yürüttü. 10 Haziran 1190’da ordu Silifke ovasına vardı. Ancak
Friedrich’in Silifke çayını geçerken boğulması morali bozulan ordunun
dağılmasına yol açtı. Oğlu Friedrich’in idaresinde küçük bir ordu Sûr’a
ulaşabildi. Böylece Doğu’daki Haçlılar’ın ümitle beklediği yardım
kaybolup gitti.
Hittîn Savaşı’nın üzerinden üç yıl geçmişti.
Fransa ve İngiltere’den beklenen orduların gelmesine daha bir yıl vardı.
Ancak Doğu’daki Haçlılar bu süre içinde tamamen yardımsız
kalmamışlardı. Sicilya kralının 1188 yazında gönderdiği yetmiş gemiden
oluşan filo, Trablus’un müslümanlar tarafından zaptını önlediği gibi
Antakya ve Sûr şehirlerine de gerekli yardımı zamanında yetiştirmişti.
Aynı yıl başpiskopos Ubaldo’nun yönetimindeki Pisa donanması ve 1189
yılında arka arkaya Suriye sahillerine gelen Cenova, Venedik, Danimarka
ve Flaman filoları da yardıma koşmuşlardı. Bunlar aynı zamanda ihtiyaç
duyulan yiyecek maddelerini de Doğu’ya taşıyorlardı. Bu arada
Selâhaddîn-i Eyyûbî, Doğu’yu terketmek ve İslâm’a karşı bir daha silâh
kullanmamak şartıyla Kral Guy de Lusignan’ı 1188 Temmuzunda serbest
bırakmıştı. Fakat Guy sözünde durmamış, taraftarlarını toplayarak
krallığından artakalan yerleri tekrar eline geçirmek üzere Sûr’a
gitmişti. Konrad ise Guy’nin isteğini reddetmiş, onu şehre sokmamıştı.
Bunun üzerine Guy kendi hâkimiyetini kurmak için birlikleriyle güneye
yürüyerek Akkâ’yı kuşattı. Kuşatma devam ederken kralları Richard ve
Philippe Auguste’ün hareketini beklemeden yola çıkan Champagne Kontu
Henri, Dreux Kontu Robert, Blois Kontu Thibaut, Sancerre Kontu Etienne
gibi birçok asilzade kendi kuvvetleriyle birlikte 1189 sonbaharında Akkâ
önüne gelmişti.
Avrupa’da başpiskopos Josius sonunda Fransa
Kralı II. Philippe Auguste ve İngiltere Kralı II. Henri’yi Haçlı seferi
için ikna etti. Fakat Henri 1189’da öldü, yerine oğlu I. Richard (Aslan
Yürekli) geçti. Öte yandan Fransa ile İngiltere arasındaki sorunlar bir
türlü bitmek bilmiyordu. Nihayet iki kral 4 Temmuz 1190’da Vézelay’de
ordularıyla beraber bir araya geldiler. Üçüncü Haçlı Seferi’ne kumanda
eden bu iki kral çok değişik yaratılışlara sahipti. Richard genelde
dengesiz bir adamdı. Babasına isyan etmişti ve kardeşlerine
güvenmiyordu. İdare kabiliyeti olmamasına rağmen savaşta bir dâhi
sayılırdı. II. Philippe ise becerikli ve hilebaz bir politikacıydı.
Sefere isteksiz katılmıştı, asıl amacı Avrupa’da kendi topraklarını
genişletmekti.
Vézelay’den ayrı ayrı yola çıkan Fransa ve
İngiltere kralları Messina’da buluştular. Haçlı seferinin bundan sonraki
kısmı üzerinde ortak şartları içeren bir anlaşma imzaladılar. Ayrıca
ele geçirilecek yerlerin iki kral arasında eşit olarak bölüşülmesi
konusunda karara vardılar. Ardından Fransız donanmasıyla Doğu’ya hareket
eden Philippe, kuzeni Konrad de Montferrat tarafından karşılandıktan
sonra 20 Nisan 1191’de Akkâ önüne gelerek kuşatmaya katıldı. Fakat
surların zaptedilmesi Richard’ın gelişine kadar ertelendi.
Richard
deniz yoluyla Kıbrıs’a ulaştı ve adaya asker çıkardı. Kıbrıs’ın hâkimi
Isaakios Dukas Komnenos, Richard’a karşı çıktıysa da sonunda mağlûp
olarak esir düştü. Adayı ele geçirdikten sonra yoluna devam eden Richard
8 Haziran 1191’de Akkâ’ya geldi ve kuşatmaya katıldı.
Bütün
Haçlı kuvvetlerinin şiddetli hücumu üzerine Akkâ’nın müslüman garnizonu
11 Temmuz 1191’de Selâhaddin’in izni olmadan şehri Haçlılar’a teslime
mecbur kaldı. Selâhaddin antlaşma şartları gereğince esirlerin
mübadelesini ve Hittîn Savaşı’nda ele geçirilen kutsal haçı iadeyi kabul
etti. Haçlılar Akkâ’ya girerken şehrin bölüşülmesi hususunda aralarında
anlaşamadılar. Richard, Avusturya Herzogu Leopold’e hakarette bulundu,
Philippe’i de kızdırdı. Bunun üzerine Leopold ile Philippe, Akkâ’nın
zaptıyla Haçlı yeminlerini yerine getirdiklerini söyleyerek Avrupa’ya
döndüler. Böylece bütün idare Richard’ın elinde toplanmış oluyordu.
Selâhaddin anlaşmaya uygun olarak ilk grup esirleri serbest bırakınca
Richard asillerin hepsinin teslim edilmediğini ileri sürerek müslüman
esirleri serbest bırakmadı. Daha sonra yapılan pazarlıklardan da sonuç
alınamadı ve Akkâ’dan Kudüs’e gitmek için sabırsızlanan Richard, Akkâ
Garnizonu’ndan geriye kalmış olan 2700 kişiyi eşleri ve çocuklarıyla
birlikte öldürttü (20 Ağustos 1191). Bu katliam barış görüşmelerine son
verdi. Richard güneye ilerlerken müslüman atlıları ordunun artçılarına
hücum edip geride kalanları yakalıyor ve Akkâ katliamına misilleme
olarak öldürüyorlardı.
Richard’ın Arsuf’ta yapılan savaşı
kazanması, Yafa’yı ele geçirmesi ve Daron’u almasına rağmen Kudüs’e
ulaşmak için yaptığı bütün teşebbüsler sonuçsuz kaldı. Öte yandan
ülkesine geri dönmesi için haberler alıyordu. Richard, Selâhaddin ve
kardeşi el-Melikü’l-Âdil ile sürekli haberleşiyordu. Nihayet 2 Eylül
1192’de Richard ile Selâhaddin arasında beş yıllık bir barış antlaşması
imzalandı. Askalân müslümanlarda, Yafa’nın kuzeyindeki sahil şeridi
hıristiyanlarda kalacaktı. Hıristiyan hacıları kutsal yerleri serbestçe
ziyaret edebilecek ve müslümanlarla hıristiyanlar karşılıklı olarak
birbirlerinin ülkelerinden geçebileceklerdi. 9 Ekim’de ülkesine dönmek
üzere Doğu’dan ayrılan Richard, Viyana yakınlarında Leopold’ün adamları
tarafından yakalanarak Alman İmparatoru VI. Heinrich’e teslim edildi.
Richard, büyük bir fidye ödeyerek ancak 1194 Martında yurduna dönebildi.
Kudüs’ü geri almak amacıyla düzenlenen Üçüncü Haçlı Seferi
hedefine ulaşamamıştı. Fakat Akkâ’nın ele geçirilmesi ve Haçlılar’ın
kıyı bölgelerinde tutunabilmeleri krallığın devamını sağladı. Richard
ayrılmadan önce hemen bütün baronların ve halkın desteğini kaybetmiş
olan Guy de Lusignan’ın yerine Konrad’ın kral olmasını kabul etmişti.
Ancak kısa süre sonra Konrad bir suikast sonucu öldürülünce bu defa
Isabella, Henri de Champagne ile evlendirilerek Henri kral ilân edildi.
Guy ise Kıbrıs’ın idaresiyle görevlendirildi. Üçüncü Haçlı Seferi’nin en
uzun süren başarısı Kıbrıs’ın zaptı oldu. Kıbrıs sonraki yıllarda kendi
başına bir krallık haline gelecek ve önemi daha da artacaktı.
Üçüncü Haçlı Seferi ordularının Doğu’dan ayrılışından kısa bir müddet
sonra Selâhaddîn-i Eyyûbî Dımaşk’ta vefat etti (27 Safer 589 / 4 Mart
1193). Onun ölümünün ardından hâkimiyet oğulları, kardeşleri ve
akrabaları arasında bölüşülünce İslâm birliği parçalandı. Eyyûbîler
arasındaki bu anlaşmazlık, müslümanları Akkâ merkezi etrafında varlığını
sürdüren Haçlılar’a karşı harekete geçmekten alıkoydu. Eyyûbîler
genelde Haçlılar’la barış içinde yaşamayı tercih ettiğinden Kral Henri
ülkesinde düzeni yeniden kurarken kendi konumunu da güçlendirdi. 1194’te
Kıbrıs Kralı Guy öldü ve yerine kardeşi Amaury de Lusignan geçti.
Amaury ile Henri arasında dostluk kuruldu. 1197 yılında Amaury,
hâkimiyetini tanıdığı İmparator VI. Heinrich tarafından kral ilân
edildi. Kuzeyde sınırları iyice küçülmüş Antakya-Trablus hâkimiyetini
elinde tutan III. Bohemund, Kilikya Ermeni hâkimi II. Leo tarafından
rahatsız edilmekle birlikte idaresini bağımsız olarak sürdürmekteydi.
Leo ise gücünü arttırmak istiyordu. Amaury gibi Leo da VI. Heinrich’e ve
papaya başvurarak 1198’de krallık tacını elde etti. Bu arada Heinrich,
kutsal ülkede Alman üstünlüğünü sağlamak için 1197’de bir Alman ordusunu
deniz yoluyla Akkâ’ya gönderdi. Almanlar’ın gelişiyle Haçlılar Beyrut’u
ele geçirme imkânı buldular. Buna karşılık müslümanlar da Yafa’yı
zaptettiler. Henri de Champagne’ın 1197’de ölümünden sonra krallık
tahtına Kıbrıs Kralı Amaury getirildi (1198). Amaury Kıbrıs ve Akkâ
krallıklarını ayrı ayrı idare etti. Alman ordusunun gelişi, Haçlılar’ın
Doğu’daki durumunun güçlendirilmesi bakımından pek yarar sağlamadı;
Beyrut’un alınması ve Alman şövalye tarikatının kurulmasıyla sınırlı
kaldı. Haçlılar’ın Kudüs’ü ele geçirip krallığı genişletebilmeleri için
yeni bir Haçlı seferine ihtiyaç vardı.
Dördüncü Haçlı Seferi.
1198’de papalık tahtına çıkan III. Innocentius Doğu’ya yeni bir Haçlı
seferi düzenlenmesini istiyor ve bunu gerçekleştirmeyi papalığın görevi
sayıyordu. Bu sebeple yolladığı elçi heyetleri ve yazdığı mektuplarla
Avrupa’nın söz sahibi kişilerini bu harekete katılmaya çağırdı. Başta
her yerde sevilen vâiz Foulques de Neuilly olmak üzere birçok din adamı
bu konuda vaazlar veriyordu. 1199’da papa sefere malî güç temini için
yeni bir vergi koydu (bu vergi daha sonra papalık gelir vergisi haline
dönüşmüştür). Kudüs Kralı Henri’nin kardeşi Champagne Kontu Thibaut
tarafından 1199 Kasımında düzenlenen şövalyeler arası yarışma oyunları
sırasında Fransız asillerinin Haçlı yemini etmesi ve daha sonra buna
başkalarının da katılmasıyla yeni bir Haçlı seferi hazırlıkları fiilen
başlamış oldu. Thibaut seferin reisi seçildi ve bu seferin o sırada
İslâm dünyasının merkezi haline gelmiş bulunan Mısır üzerine yapılması
kararlaştırıldı. Mısır’a gidebilmek için Venedik ile temas kurulup gemi
teminine çalışıldı. Fakat Venedik’in Mısır ile ticarî bağlantıları
olduğundan Mısır’a yapılacak bir Haçlı seferi çıkarlarına uygun
düşmüyordu. Bizans’tan nefret eden Venedik hâkimi Enrico Dandolo, Mısır
yerine İstanbul üzerine yapılacak bir seferin Venedik açısından çok daha
yararlı olacağını düşünüyordu. Başlangıçta papa ve Haçlılar bu görüşe
katılmadıysa da 1201’de Thibaut’nun ölümünden sonra yerine reis seçilen
Boniface de Montferrat Enrico Dandolo ile anlaşınca seferin
yönlendirilmesi tamamen Venedik’in eline geçti.
1202 yazında
Haçlılar Venedik’te toplandılar. Ancak antlaşma uyarınca yolculuk için
Venedik’e ödenmesi gereken para yeterli değildi. Sonuçta Haçlılar, para
ödemek yerine Venedik’in Macar hâkimiyetindeki Zara şehrini zaptına
yardım etmeyi kabul ettiler. Zara bir hıristiyan şehri olmasına rağmen
Haçlılar tarafından 15 Kasım 1202’de ele geçirilip yağmalandı. Daha
seferin başında Haçlılar’ın bu şekilde davranması, aslında Haçlı
seferlerinin başından beri Doğu’daki din kadeşlerine yardım amacıyla
değil sadece kendi çıkarlarına uygun olarak Doğu’da hâkimiyet kurmak
üzere planlandığını bir defa daha ortaya koyuyordu. Haçlı ordusuna henüz
Zara’da bulunurken, kardeşi III. Aleksios Angelos tarafından Bizans
tahtından indirilmiş olan eski imparator II. Isaakios Angelos’un oğlu
Aleksios’tan bir mesaj geldi. Aleksios Haçlılar’a, amcasının yerine
kendisini tahta çıkardıkları takdirde Venedik’e olan borçlarını ödemeye,
Mısır seferi için para ve yiyecek yardımı yapmaya, ayrıca kendilerine
10.000 kişilik bir Bizans kuvveti vermeye hazır olduğunu bildiriyordu.
Haçlılar, Batı dünyasının uzun zamandır Bizans’a karşı beslediği
kızgınlık ve kıskançlık duygularını tatmin etme fırsatı veren bu teklifi
kabul ettiler. Haçlı filosu 24 Haziran 1203’te İstanbul önlerine geldi.
Galata’da karaya çıkan Haçlılar gemilerini Haliç’e soktular. İmparator
III. Aleksios Haçlılar’ın gelişine karşı önlem almamıştı. Ancak Haçlılar
Haliç surlarına karşı hücuma geçince askerlerle birlikte halk da şehri
savundu. Fakat 17 Temmuz günü Venedikliler surlarda gedik açınca
imparator şehirden kaçtı. Hükümet bunun üzerine hapiste bulunan eski
imparator II. Isaakios’u tahta çıkararak Enrico Dandolo’ya, taht
iddiacısının babası tahta çıkarıldığı için artık savaşa gerek
kalmadığını bildirdi. Haçlı saldırısı durduruldu ve Aleksios, 1 Ağustos
1203’te IV. Aleksios Angelos unvanını alarak babası ile beraber
imparator ilân edildi. Bu arada II. Isaakios, Venedikliler’in istediği
ve oğlunun daha önce yaptığı vaadleri kabul ettiğine dair antlaşmayı
imzaladı. Fakat bunların yerine getirilmesi mümkün değildi. Öte yandan
IV. Aleksios’un ısrarlarına rağmen İstanbul kilisesi Roma’nın
üstünlüğünü ve Latin âdetlerini benimsemeyi kesinlikle kabul etmiyordu.
Haçlılar’a ödenecek para da temin edilemiyordu. Çapulcu Haçlılar civar
köylere saldırıyor, her şeyi yağmalıyordu. Surların dışında hiç kimsenin
can güvenliği kalmamıştı. Birkaç Fransız’ın müslümanlara ait bir
mescidi ateşe vermesiyle çıkan yangında şehrin büyük bir mahallesi kül
oldu. IV. Aleksios’un parayı ödeyemeyip geciktirmesi Haçlılar’ı
öfkelendiriyordu. Nihayet şehri zaptetmek hususunda Haçlılar’ı tahrik
eden Venedikliler’in beklediği fırsat bir saray ihtilâli sayesinde
gerçekleşti. 1204 Şubatında IV. Aleksios’u ve babasını tahttan indiren
bu saray ihtilâli sonunda III. Aleksios’un damadı Murtzuphlos, V.
Aleksios unvanıyla Bizans tahtına çıktı. Taht değişikliğini kendilerine
karşı bir meydan okuma olarak değerlendiren Haçlılar şehri zaptetmeye
karar verdiler. 6 Nisan’da yapılan ilk Haçlı saldırısı durduruldu, fakat
bir hafta sonraki saldırıda şehir düştü (13 Nisan 1204). İmparator,
patrik ve pek çok asilin kaçıp terkettiği savunmadan yoksun şehir,
Enrico Dandolo ve Haçlı reislerinin izniyle üç gün boyunca yağmalanıp
tahrip edildi.
Haçlılar İstanbul’u, 1099’da Kudüs’ü
zaptettiklerinde yaptıkları korkunç katliama pek uygun düşen bir
vahşetle yağmaladılar. Onların çılgınlığından dehşete düşen olayın
şahidi Batılı yazarlar kaleme aldıkları eserlerde duydukları utancı
açıkça belli etmişlerdir. 900 yıl boyunca hıristiyan dünyasının merkezi
olan İstanbul bu yağma sonunda bütün ihtişamını, zenginliğini, sanat
eserlerini kaybetti. Kiliseler, manastırlar, saraylar ve kütüphaneler
yağma edildi. Sayısız ikon, kutsal emanet ve değerli eşya üzerlerindeki
kıymetli taşlar sökülüp alınarak tahrip edildi veya çalınıp götürüldü.
Hıristiyanlığın en kutsal kilisesi Ayasofya’ya atlarıyla giren Haçlı
savaşçıları ikonları, ipekli halıları çaldılar; aziz tasvirleri ve
kutsal kitaplar üzerinde tepinip şarkı söylediler. Blakhernae’deki
Kutsal Meryem Kilisesi de aynı âkıbete uğradı. Venedikliler,
imparatorluk merkezindeki kültür ve sanat eserlerinin birçoğunu toplayıp
kendi şehirlerine götürürken Fransız ve Flamanlar da taşıyabilecekleri
eşya dışında her şeyi vahşice tahrip ettiler. Sokaklarda koşuşan yaya
Haçlı askerleri ve yere diz çöküp merhamet dilenen halkın üzerine
atlarını süren Haçlılar kadın, yaşlı, çocuk demeden herkesi öldürüyor,
fakirlerin evlerini bile tahrip ediyordu. Saraylılar, asiller, hatta
rahibeler bile gözü dönmüş Haçlılar’ın tecavüzüne mâruz kaldılar. Üçüncü
günün sonunda “şehirler kraliçesi” İstanbul bir harabeye dönmüştü.
Haçlılar İstanbul’da Latin İmparatorluğu adıyla elli yedi yıl sürecek
(1204-1261) bir hâkimiyet kurdular. Baudouin de Flandre imparator
seçildi. İstanbul’un ilk Latin patriği Venedikli Thomas Morosini oldu.
Bizans toprakları Haçlılar’la Venedikliler arasında paylaşıldı.
Venedikliler, ticarî bakımdan kendileri için önem taşıyan kıyı
şehirlerini ve adaları alırken Haçlılar Selânik, Yunanistan ve
Pelopones’te küçük devletler kurdular. İstanbul’dan kaçan Bizans ileri
gelenleri de Epiros bölgesinde ve İznik’te iki devlet tesis ettiler. Bu
iki devlet yanında Bulgar Çarlığı ile de mücadele etmek zorunda kalan
İstanbul İmparatorluğu’na 25 Temmuz 1261’de İznik Bizans Devleti son
verdi. Ortadoğu’daki müslümanlar bakımından herhangi bir tehlike meydana
getirmemiş olan Dördüncü Haçlı Seferi, Bizans İmparatorluğu’na vurduğu
darbe ile Anadolu’daki Türk hâkimiyetinin güçlenmesine yardımcı oldu.
Anadolu Selçuklu Devleti artık Batı’dan gelecek önemli bir tehlike
kalmadığından sınırlarını genişletme imkânı buldu. Antalya ile birlikte
Akdeniz kıyılarını, ayrıca Karadeniz’de Samsun ve Sinop’u ele geçirerek
ihtiyaç duyduğu limanlara kavuştu. Selçuklular, Anadolu ticaret
yollarının taşıdığı önem sayesinde dünya ticaretinde söz sahibi oldular.
Aynı zamanda Doğu Anadolu’dan Suriye’ye kadar uzanan bölgelerde
devletin siyasî nüfuzu kuvvetlendi.
Beşinci Haçlı Seferi.
Dördüncü Haçlı Seferi’nden sonra Avrupa’da toplumun bazı kesimlerinde
Haçlı ruhu hâlâ devam etmekteydi. Yıllardan beri vâizler halkı yeni bir
Haçlı seferine davet ediyordu. Çocuklar bile bu çağrılardan
etkilendiler. 1212’de Fransa ve Almanya’dan binlerce çocuk kutsal
toprakları kurtarmak üzere yollara dökülüp yaya olarak Marsilya, Cenova
ve Brindisi limanlarına kadar ulaştılar. Bu limanlarda bindikleri
gemiler ya battı veya kayboldu, çocukların bir kısmı köle olarak
satıldı. Papa III. Innocentius ise yeni bir Haçlı seferi için büyük
gayret sarfediyordu. 1215’te Roma’da Lateran Konsili’nde sefere
katılacak Haçlılar’a imtiyazlar ve günahlarının affı vaad edildi. Sefer
için yeniden vergi konuldu. Müslümanlara askerî malzeme satılması
yasaklandı. Çağrının duyurulması için pek çok vâiz ve gezgin şair
(troubadour) görevlendirildi. 1216’da III. Innocentius’in ölümünden
sonra papa seçilen III. Honorius da selefi gibi gayret gösterdi. 1217
yazının sonunda Beşinci Haçlı Seferi’nin ilk grubunu oluşturan Macar
Kralı Andreas ve Avusturya Dükü Leopold’un birlikleri Akkâ’ya vardılar.
Kıbrıs Kralı Hugue de Akkâ’ya geldi. Alman İmparatoru II. Friedrich ise
bazı meselelerini halletmek üzere papadan yolculuğunu erteleme izni
almıştı.
Akkâ’ya gelenler, 1218 ilkbaharında çoğunluğunu Alman
askerlerinin teşkil ettiği bir Frizon donanması şehre ulaşıncaya kadar
önemli bir şey yapmamışlardı. Bu donanma Jean de Brienne’in liderliğinde
Mısır’a doğru yola çıktı. Üçüncü seferden beri Mısır’a bir saldırı
yapılması düşünülüyordu. Haçlılar müslümanları Nil deltasından
çıkarabilirlerse Süveyş ve Akkâ üzerinden onları kıskaca alabilir ve bu
şekilde Kudüs’ü ele geçirebilirlerdi. I. el-Melikü’l-Âdil, Haçlı
seferinin Mısır’ı hedef aldığını anlayınca Suriye’de ordu topladı.
Mısır’daki nâibi olan oğlu el-Melikü’l-Kâmil Muhammed de Mısır ordusuyla
Kahire’den kuzeye yürüyerek Dimyat’ın güneyinde Âdiliye’de ordugâhını
kurdu. Fakat Haçlılar, 24 Ağustos 1218’de Dimyat önünde nehir üzerindeki
kuleyi zaptettiler. Yaşı ilerlemiş olan el-Melikü’l-Âdil bu haberin
üzüntüsüyle Dımaşk’ta vefat etti. Yerine Suriye’de küçük oğlu
el-Melikü’l-Muazzam, Mısır’da büyük oğlu el-Melikü’l-Kâmil geçti.
Haçlılar ise yeni kuvvetlerin gelmesini beklediler. Papa tarafından
hazırlanan ve çoğunluğunu Fransızlar’ın teşkil ettiği Kardinal
Pelagius’un idaresindeki Haçlı ordusu eylül ayında Dimyat’a geldi. Ancak
Pelagius Haçlılar’ı kilisenin yönetiminde saydığından o zamana kadar
ordunun başında bulunan Kral Jean de Brienne’in liderliğini kabul etmedi
ve papanın elçisi sıfatıyla sadece kendisinin başkumandan olabileceğini
söyledi. Haçlılar 1219 Şubatında müslümanların boşalttığı Âdiliye’yi
ele geçirdiler. el-Melikü’l-Kâmil’in buradan geri çekilmesinin asıl
sebebi, kendisine yönelik bir suikast girişimini haber almış olması idi.
el-Melikü’l-Âdil ordusunu güneydoğuya Üşmûn’a çekmiş ve burada
Suriye’den yardıma gelen kardeşi el-Melikü’l-Muazzam ile buluşmuştu.
Fakat iki ordunun birleşmesiyle de Haçlılar’ı geri atmak mümkün olmadı.
el-Melikü’l-Kâmil ekim ayında Haçlılar’la anlaşmaya çalıştı ve Mısır’ı
boşalttıkları takdirde kendilerine Kudüs’ü vermeyi teklif etti. Jean de
Brienne ve pek çok Haçlı bu teklifi kabule taraftar olduğu halde,
müslümanlar tarafından surları yıkılmış olan Kudüs’ün elde tutulmasını
imkânsız gören Pelagius ve onu destekleyen İtalyanlar teklifi
reddettiler. Nihayet Haçlılar 5 Kasım 1219’da Dimyat’ı ele geçirdiler.
Şehrin idaresi Jean de Brienne’e verildi. Pelagius ise bütün Mısır’ın
zaptedileceğini ve müslümanların tamamen imha edileceğini hayal
ediyordu. Dimyat’a yerleşen Haçlılar şehirde imar faaliyetlerine
başladılar ve bu arada ulucamiyi katedrale çevirdiler. Şehir halkı köle
olarak satıldı. Küçük çocuklar vaftiz edilip kilise hizmetinde görev
yapmak üzere din adamlarının yanına verildi. Ele geçen hazineler ve
değerli eşya Haçlılar arasında paylaşıldı.
Haçlılar Dimyat’ta
bir yıldan fazla herhangi bir faaliyette bulunmadılar. Bu arada
el-Melikü’l-Kâmil donanmasını teçhiz edip 1220 yazında Kıbrıs’a
gönderdi. Müslümanlar, Limasol önünde demirlemiş olan bir Haçlı
donanmasına âni bir baskın düzenleyerek bütün gemileri ele geçirdiler,
binlerce kişiyi de esir aldılar. Pelagius hâlâ İmparator II.
Friedrich’in gelmesini bekliyordu. Friedrich bizzat gelmedi. Bavyera
Dükü Ludwig ise büyük bir kuvveti Mısır’a yolladı. Endişeye kapılan
el-Melikü’l-Kâmil, Haçlılar’a otuz yıllık bir mütareke karşılığında
Kudüs’ü ve Filistin’i bırakmayı teklif etti. Fakat Pelagius bu teklifi
de geri çevirdi. Pelagius ve Ludwig müslümanlara saldırmaya karar
verdiler. Jean de Brienne yeniden Akkâ’dan Mısır’a geldi. 12 Temmuz
1221’de 630 gemi, 5000 şövalye, 4000 okçu ve 40.000 yaya askerden oluşan
Haçlı ordusu harekete geçti. el-Melikü’l-Kâmil, kendi kuvvetlerini
Dimyat yakınlarındaki Bahrüssagīr’in arkasına çekip nehrin iki tarafında
hazırlanan mevzilere yerleştirdi. Haçlılar 24 Temmuz’da Bahrüssagīr’e
ulaşarak müslüman kuvvetlerinin karşısına geçtiler. Nil sularının taşma
zamanıydı. Ancak sular daha yükselmeden Suriye’den yardıma gelen
müslüman ordusu Menzele gölü (Buhayretülmenzele) yakınında kanalı
geçerek Haçlılar’la Dimyat arasına yerleşti. Kanalın suları yükselince
el-Melikü’l-Kâmil’in gemileri harekete geçip Haçlı donanmasının geri
çekilme yolunu kesti. Pelagius, Haçlı ordusunun her taraftan
kuşatıldığını ve çok az yiyecek kaldığını görünce 26 Ağustos’ta geri
çekilme emri verdi. Müslümanlar su bentlerini açarak Haçlılar’ın
geçeceği araziyi sular altında bıraktılar. el-Melikü’l-Kâmil’in Türk
süvarisi ve zenci piyadeleri Haçlılar’ın üzerine saldırdı. Kral Jean ve
tarikat şövalyeleri bu hücumu durdurdularsa da binlerce Haçlı öldü. 28
Ağustos’ta Pelagius barış teklifinde bulundu ve el-Melikü’l-Kâmil’in
şartlarını kabul etmek zorunda kaldı. Haçlılar Dimyat’ı terketmeyi ve
imparatorun da onaylayacağı sekiz yıllık bir mütarekeyi kabul ettiler.
İki tarafın esirleri mübâdele edildi. 8 Eylül 1221’de Haçlı ordusu
Mısır’dan ayrılınca el-Melikü’l-Kâmil Dimyat’a girdi. Beşinci Haçlı
Seferi de böylece son buldu. Hayal kırıklığına uğrayan Haçlılar
Pelagius’u, papayı ve imparatoru suçluyorlardı. Batı’nın bu saldırısı
İslâm dünyasında yeni bir birlik düşüncesi doğurdu. Öte yandan Beşinci
Haçlı Seferi’nden Mısır’ın yerli hıristiyanları zarar gördü. Bunların
vatandaşlık haklarında kısıntılar yapıldı. Ağır vergiler konuldu ve
kiliseler kapatıldı. İtalyan tâcirleri de İskenderiye’deki itibarlarını
kaybettiler.
Altıncı Haçlı Seferi. Beşinci Haçlı Seferi’nin
başarısızlığı İmparator II. Friedrich’e büyük bir sorumluluk yüklemişti.
Friedrich, 1225’te Jean de Brienne’nin kızı “Kudüs kraliçesi” unvanını
taşıyan Jolande ile evlendikten sonra Haçlı devletinin kralı sıfatıyla
artık sefere çıkmak zorunda olduğunu anladı. Bu sefere katılan ordunun
büyük kısmı 1227 yazının sonunda İtalya’dan denize açıldı, Friedrich
hastalık sebebiyle yine geride kaldı. Bu sırada, kendisiyle anlaşmaya
taraftar görünen Mısır Sultanı el-Melikü’l-Kâmil’in elçilerini kabul
etti. Ancak Papa IX. Gregorius hastalık mazeretini reddederek
Friedrich’i aforoz etti. Friedrich 1228 Haziranında aforoz edilmiş bir
Haçlı olarak yola çıktı. Ayrıca taşıdığı kral sıfatını da 1228 Nisanında
karısının ölümüyle kaybetmiş olup Doğu’ya sadece oğlu küçük kral
Konrad’ın vasîsi olarak gidiyordu.
Friedrich 21 Temmuz’da
Kıbrıs’a vardı. Kıbrıs’ın idaresi, I. Hugues’ün oğlu genç kral I.
Henri’ye nâib tayin edilmiş olan Beyrut hâkimi Jean d’Ibelin’in elinde
bulunuyordu. İmparator Friedrich ise Doğu’daki bütün hâkimiyetin
kendisine ait olduğunu düşünüyordu. Jean d’Ibelin ve baronlar, her ne
kadar onun Kıbrıs üzerindeki yüksek hâkimiyetini tanımaya hazır
idiyseler de imparatorun Akkâ’da sadece oğlu Konrad için nâiblik iddia
edebileceğini söylüyorlardı.
Akkâ’ya giden Friedrich orada daha
fazla muhalefetle karşılaştı. Aforoz edildiği haberi şehre ulaştığından
daha önce kendisini destekleyen pek çok kişi şimdi onu reddediyordu.
Friedrich sadece, Alman şövalye tarikatı ile beraberinde getirdiği küçük
Haçlı ordusunun desteğine sahipti. Ayrıca Doğu’daki bütün Haçlılar’ın
kendisine katılması halinde bile müslümanlara karşı güçlü bir ordu
çıkaracak durumda değildi. Bu sebeple diplomasi yoluna başvurdu ve
Sultan el-Melikü’l-Kâmil ile Kudüs’ün teslimi hususunda yeniden
görüşmelere başladı. 626’da (1229) imzalanan anlaşma ile Yafa’ya kadar
uzanan bir şeritle birlikte Kudüs, Beytülahm (Bethlehem), Nâsıra
(Nazareth) şehirleri, Montfort ve Toron kaleleri de dahil Celîle bölgesi
ve Sayda etrafında müslümanların elinde bulunan arazi Haçlılar’a
veriliyordu. Kudüs’te Kubbetü’s-sahre ve Mescid-i Aksâ ile Harem-i şerif
müslümanların elinde kalacak, müslümanlar şehre girip serbestçe ibadet
edebileceklerdi. Friedrich Kudüs’ün surlarını yeniden inşa
ettirebilecekti; fakat bu tâviz sadece onun şahsına veriliyordu. İki
tarafın elinde bulunan esirler serbest bırakılacak ve anlaşma on yıl
için geçerli olacaktı. Haçlı seferleri tarihinde benzeri görülmeyen bu
anlaşma ile Haçlılar savaşmadan Kudüs bölgesini yeniden ele
geçirmişlerdi. İslâm dünyası dehşet içinde kaldı. Sultan
el-Melikü’l-Kâmil’in en sadık adamları bile ona karşı çıkıyorlardı.
Sultanın yeğeni el-Melikü’n-Nâsır Dâvûd Dımaşk’ta bu anlaşmayı protesto
için matem ilân etti. Diğer taraftan hıristiyanlar da anlaşmanın
uygulanmasının pek mümkün olmadığını düşünüyorlardı. Friedrich 17
Mart’ta Kudüs’e girdi. Ancak hâlâ aforozlu olduğu için patrik şehirde
dinî faaliyeti ve kilisede âyinleri yasaklamıştı. Bu sebeple Kutsal
Mezar Kilisesi’ndeki törene hiçbir din adamı katılmadı ve Friedrich
krallık tacını kendi elleriyle başına koymak zorunda kaldı. Kısa bir
süre sonra da Kudüs’ü terkedip önce Akkâ’ya, oradan da Avrupa’ya döndü.
Friedrich 23 Temmuz 1230’da papa ile barışıp aforozdan kurtulunca
Doğu’da hukukî durumu güçlendi. 1231 sonbaharında kendisinin elçisi
sıfatıyla Riccardo Filangieri kumandasında bir orduyu Doğu’ya gönderdi.
Ancak adamları vasıtasıyla Doğu’da uygulamak istediği idare Kudüs ve
Kıbrıs’ta kargaşa doğurdu. Zira Doğu’nun idaresi hususundaki düşünceleri
Kudüs baronlarının fikrine uymuyordu. Baronlar, Akkâ’da teşkil edilen
bir meclis desteğiyle Jean d’Ibelin’i belediye başkanı ilân ederek
imparatorun temsilcisi Filangieri’ye karşı çıktılar. Cenovalılar da
baronların yanında yer aldı. Alman askerî tarikatı, Antakya hâkimi
Bohemund ve Pisalılar Filangieri’yi desteklediler. Templier ve
Hospitalier tarikatları ile Venedikliler ise tarafsız kaldılar. Böylece
mücadele iç savaşa dönüştü. Sonunda Kıbrıs’ta baronlar üstün geldi ve
1233’te I. Henri kral ilân edildi. Kıbrıs’ta barışın kurulmasından ve
1236’da Jean d’Ibelin’in ölümünden sonra bile Kral Konrad’ın naibi
sıfatıyla Sûr’da bulunan ve Kudüs’ün hâkimiyetini elinde tutan
Filangieri’ye karşı Suriye sahilinde mücadele sürdü. Nihayet 1243’te
Akkâ’daki meclis, şahsen Doğu’ya gelmediği gerekçesiyle Friedrich’in
oğlu Konrad’a bağlılık yeminini reddederek onun en yakın akrabası olan
Kıbrıs’ın ana kraliçesi Alice’i krallığın nâibesi tayin etti. Fakat
baronların kazandığı bu zafer krallığın bölünmesine sebep oldu. Çünkü bu
arada İslâm dünyasında yeni güçler belirmekte ve müslümanların gücü
artmaktaydı.
Mısır Sultanı el-Melikü’l-Kâmil Muhammed’in
1238’de ölümünden sonra halefleri arasında çıkan iktidar mücadelesini
sultanın büyük oğlu el-Melikü’s-Sâlih Eyyûb kazanarak duruma hâkim
olmuştu. Bu arada 1239’da on yıllık barış süresi bittiğinde, Doğu’ya
gelmiş bulunan Navarra Kralı Thibaut da Champagne’ın ve daha sonra
İngiltere Kralı III. Henri’nin kardeşi Kont Richard of Cornwall’ın Haçlı
seferleri krallığa önemli bir fayda sağlamamıştı. Bu yıllarda Moğollar
tarafından Batı’ya doğru itilen, el-Cezîre ve Kuzey Suriye bölgesinde
bulunan Hârizmli Türkler Mısır sultanının desteğini kazanmış ve
Haçlılar’a karşı Filistin’e hücum etmek üzere çağrılmışlardı. 1244
ilkbaharında Kudüs ile Dımaşk arasında yapılan ittifak, Mısır sultanının
yardımıyla Hârizmliler’in 11 Temmuz 1244’te Kudüs’ü ellerine geçirip
yağmalamalarını engelleyemedi. Böylece Kudüs kesin olarak Haçlılar’ın
elinden çıktı. Aynı yılın sonbaharında, Humus ve Dımaşk Eyyûbî
hâkimleriyle birleşen Akkâ krallık ordusu Gazze yakınında, Baybars
kumandasındaki Hârizmliler ve Mısır ordusuna karşı yapılan savaşta büyük
bir yenilgiye uğradı. Böylece krallık için daha önce diplomasi yoluyla
kazanılmış olan bütün haklar kaybedildi.
Sultan Eyyûb 1245’te
Dımaşk’a sahip olduktan sonra 1247’de Taberiye ve Askalân’ı Haçlılar’dan
geri aldı. Bu arada Kraliçe Alice’in ölümüyle (1246) Akkâ krallık
niyâbeti oğlu Kıbrıs Kralı I. Henri’ye geçmişti. Henri de Balian
d’lbelin’i kendisine vekil tayin etmiş, Philippe de Montfort’un Sûr
hâkimiyetini tasdik etmişti. 1247’de Balian’ın ölümü üzerine kardeşi
Jean d’Arsuf onun yerini aldı ve kendi oğlu Jean da Beyrut hâkimi oldu.
Antakya Hükümdarı V. Bohemund ise krallıkta yaşanan olayların dışında
kalmaya gayret etti. Papanın emirleri doğrultusunda Kilikya Ermenileri
ile ilişkilerini dostça sürdürüyordu. Kilikya Ermeni Kralı Hethum,
Selçuklu Sultanı II. Gıyâseddin Keyhusrev’in devamlı saldırılarına karşı
kendini savunmakla meşgul olduğundan Antakya’nın dostluğuna muhtaçtı.
Eyyûbîler arasındaki anlaşmazlıklar yüzünden bölgede yeni bir güç olarak
ortaya çıkan Moğollar, bölünmüş hâkimiyetlerine rağmen Haçlılar’ın
Doğu’da bir süre daha tutunmalarını sağladı.
Yedinci Haçlı
Seferi. Kudüs’ün müslümanların eline geçmesinden bir yıl sonra 1245’te
Papa IV. Innocentius, Avrupa’da kilise içinde çıkan büyük sorunları ve
İtalya’da İmparator II. Friedrich ile gittikçe gerginleşen durumun nasıl
halledileceğini görüşmek üzere Lyon’da bir konsil topladı. Bu arada
Doğu’dan âcil yardım çağrıları gelmekteydi. Bu çağrılara cevap verecek
durumda olmayan papa, Fransa Kralı IX. Saint Louis’nin yeni bir Haçlı
seferinin liderliğini yapacağını açıklaması üzerine ona destek verdi.
Yine her tarafa vâizler gönderildi ve vergiler kondu. Friedrich’in
aksine dindar, muktedir ve iyi bir savaşçı olan Louis Haçlı seferinin
Tanrı’nın isteği olduğuna inanıyordu.
Louis’nin sefer hazırlığı
üç yıl sürdü. İngiltere ile barış yapıldı ve İmparator Friedrich’in
rızâsı alındı. Haçlı ordusunu gemilerle Doğu’ya götürmek üzere Cenova ve
Marsilya ile anlaşma yapıldı. Fransa’nın idaresi ana kraliçe Blanche’ın
eline bırakıldı. Daha sonra Kral Louis yanında karısı, kardeşleri, pek
çok Fransız asili ve şövalyesiyle küçük bir İngiliz birliği bulunduğu
halde 1248 Ağustosunda yola çıktı. Haçlı ordusu 17 Eylül’de Kıbrıs’a
ulaştı. Akkâ Krallığı’nın baronları, Templier ve Hospitalier şövalyeleri
de adaya geldiler. Görüşmeler sonunda seferin yine Mısır’a yapılması
kararlaştırıldı. Ancak mevsim uygun değildi; ayrıca Eyyûbî hükümdarı ile
müzakerelerde bulunma imkânı da vardı. Fakat Louis pazarlık fikrine
taraftar olmuyor ve müslümanlarla savaşmak için buraya geldiğini
söylüyordu. Nihayet Haçlı ordusu 1249 Mayısında Kıbrıs’tan denize
açıldı. Bu orduya karşı koyamayan müslümanlar Dimyat’ı da boşaltıp
Mansûre’ye geri çekildiler. Böylece Dimyat tekrar hıristiyanların eline
geçti. Bir süre sonra kardeşi Alphonse de Poitou’nun Fransa’dan takviye
birlikleriyle gelişi Kral Louis’nin durumunu güçlendirdi. Bu arada
Sultan el-Melikü’s-Sâlih Eyyûb’un ölümü Kahire’de karışıklıklara sebep
oldu. Haçlılar Kahire üzerine yürümeye karar verdiler. 1250 Şubatında
Bahrüssagīr yakınında kanalı geçen kralın kardeşi Robert d’Artois
kumandasındaki Haçlılar’ın öncü birlikleri, Mansûre’den 3 km. mesafedeki
Mısır karargâhına âni bir baskın yaptı. Hazırlıksız yakalanan
müslümanların çoğu kılıçtan geçirildi, pek az kişi kaçıp Mansûre
surlarına sığınabildi. Ancak Robert d’Artois asıl orduyu beklemeden
Mansûre’yi de ele geçirip Mısır ordusunu tamamen imha etmek istiyordu.
Bu sebeple kaçan Mısırlı askerleri takibe koyuldu. Öte yandan baskın
sırasında şehid düşen başkumandan Fahreddin’in yerine Baybars kumandayı
eline almış, birlikleri yeniden düzene sokmuştu. Baybars Mansûre’ye
giren Haçlılar’ı şehirde tuzağa düşürdü; 290 şövalyeden ancak beşi
canını kurtarabildi. Mısır birlikleri bu defa kanalı geçmiş olan Haçlı
ordusuna arka arkaya saldırdıysa da üstünlük sağlayamayıp Mansûre’ye
çekildi. Kral Louis’nin kazandığı bu başarı Haçlılar’ın son başarısı
olmuştur.
Louis, Mansûre yakınında yeni bir girişimde
bulunmadan iki ay bekledi. Bu arada, 23 Kasım 1249’da ölen
el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyûb’un Suriye’de bulunan büyük oğlu
el-Melikü’l-Muazzam Turan Şah 1 Şubat 1250’de Mansûre ordugâhına gelerek
sultan olmuş ve ardından Haçlı ordusuna Dimyat’tan yiyecek taşıyan
gemileri ele geçirmişti. Çok geçmeden Haçlılar açlık ve hastalıktan
perişan duruma düştüler. Sonunda Louis ordusunu Dimyat’a geri çekme
kararı aldı. Ayrıca Dimyat karşılığında Kudüs’ün verilmesi teklifiyle
elçilerini Turan Şah’a gönderdi. Fakat teklif reddedildi. Bundan sonra
geriye yürüyüş başladı (5 Nisan). Mansûre’deki Memlükler de Haçlılar’ı
takibe koyuldular ve Kral Louis dahil hemen bütün kumandanları esir
alarak ordunun kayıtsız şartsız teslimini sağladılar. Louis Dimyatı
teslim ederek kendini, 1 milyon Bizans altını ödemek şartıyla da
ordusunu kurtarabilecekti. Dimyat 6 Mayıs 1250’de teslim oldu ve kral
serbest bırakıldı. Fidyesinin ilk taksidini ödeyip Akkâ’ya gitmek üzere
Mısır’dan ayrılan Kral Louis dört yıl Akkâ’da kaldıktan sonra Fransa’ya
döndü. Onun Haçlı seferi Doğu Krallığı’na hemen hiç fayda sağlamamıştı.
Aynı yıl Alman Hükümdarı Konrad’ın ölümü üzerine “Kudüs kralı” unvanı
oğlu Konradin’e geçti, ancak krallık yine vekillerle idare edildi. Bu
arada krallık ticarî rekabet yüzünden birbirine giren Venedik, Cenova ve
Pisalılar’ın mücadelesiyle âdeta bir iç savaşa sürüklendi. Bu yıllarda
Hülâgû’nun idaresindeki Moğollar Mezopotamya’ya girmiş ve 1258’de
Bağdat’ı zaptederek Abbâsî halifeliğine son vermişti. Moğollar’ın güneye
ilerleyişi, 1250’de Eyyûbîler’e son verip Mısır’a hâkim olan Memlük
Sultanı Kutuz tarafından Aynicâlût’ta kazanılan zaferle durduruldu
(1260). Aynı yıl Baybars Kutuz’u öldürüp Mısır Memlük sultanı oldu. I.
Baybars, Doğu Krallığı’nı kıyıda sadece birkaç şehre sığınacak kadar
küçülttü. 1265’te Kaysâriye, Hayfa ve Arsuf’u aldı. 1266’da Safed ve
Celîle bölgesi zaptedilirken ikinci bir Memlük ordusu, Moğollar’ın
taraftarı olan Ermeni Kralı Hethum ve damadı Antakya-Trablus hâkimi VI.
Bohemund’a karşı yürüdü. 24 Ağustos 1266’da Ermeniler’i yenilgiye
uğratan Memlükler Adana, Tarsus, Misis ve Sîs şehirlerini yakıp
yıktıktan sonra pek çok esir ve ganimetle geri döndüler. 1268’de Yafa ve
Beaufort Kalesi’nin ele geçirilmesinin ardından Baybars Antakya önüne
geldi, şehir bir süre kuşatıldıktan sonra 18 Mayıs’ta zaptedildi. Halkın
çoğu öldürüldü, geri kalanlar esir alındı. Antakya’nın kaybı
hıristiyanlar için büyük darbe oldu. Bunun sonucunda Doğu’daki Haçlı
hâkimiyeti hızla çökmeye başladı.
Sekizinci Haçlı Seferi.
Fransa Kralı IX. Louis 1267 yılında yeni bir Haçlı seferinin
hazırlıklarına başlamış ve üç yıl sonra yola çıkacak duruma gelmişti.
Ancak Hohenstaufen hânedanına karşı papa tarafından desteklenerek
Sicilya ve Güney İtalya hâkimiyetini eline geçirmiş bulunan Fransa
kralının kardeşi Charles d’Anjou, onun bu teşebbüsünü kendi çıkarı
doğrultusunda kullanarak seferin Doğu’ya değil Tunus üzerine yapılmasını
sağladı. Kral Louis, 18 Temmuz 1270’te büyük bir orduyla Afrika’da
Kartaca önünde karaya çıktı. Hıristiyanlara karşı hoşgörülü davranan
Hafsî Hükümdarı I. Ebû Abdullah Muhammed el-Müntasır’ın Hıristiyanlığı
kolayca kabul edeceği hususunda kardeşi Charles’ın sözlerine inanan
Louis, bu suretle daha sonraki Haçlı seferleri için stratejik bakımdan
büyük önem taşıyan Tunus’a hâkimiyetin sağlayacağı yararları
hesaplamıştı. Ebû Abdullah ise Haçlılar’ın gelişinden önce başşehrini
iyice tahkim edip savunmaya hazırlanmıştı, fakat savaşmasına lüzum
kalmadı. Haçlı ordugâhında birdenbire salgın hastalıklar başladı.
Binlerce asker ve şövalye, bu arada Kral Louis, oğlu Jean Tristan ve pek
çok asilzade bir ay içinde öldü. Charles d’Anjou Sicilya filosuyla
gelerek geriye kalanları toplayıp İtalya’ya götürdü.
Doğu’da
Haçlı Hâkimiyetinin Sonu. Sekizinci Haçlı Seferi’nin Tunus’ta yok olup
gitmesi, Avrupa’dan sürekli yardım bekleyen Doğu’daki Haçlılar’ın bütün
ümitlerini söndürdü. Antakya’nın fethinden sonra Fransa kralının
seferine karşı Mısır’ı savunmak zorunda kalabileceğini düşünen I.
Baybars, 1271’de yeniden Suriye’ye yürüyerek Haçlılar’ın elinden Safîta,
Krak des Chevaliers, Montfort kalelerini aldı. Böylece Franklar’ın
hâkimiyeti sadece kıyıda ellerinde tuttukları birkaç şehirle sınırlı
kaldı. Bu arada krallık içindeki çekişmeler de sürüp gidiyordu.
İmparator II. Friedrich zamanından beri krallık, hep orada bulunmayan
hükümdarlar tarafından idare edilmişti. Fakat 1268’de son Hohenstaufen
hânedanı üyesi Konradin’in ölümünden sonra krallık tacı Kıbrıs Kralı
III. Hugues’e verildi. Ancak ne yeni kralın gayretleri, ne de 1271’de
ordusuyla Akkâ’ya gelen İngiltere kralının oğlu Edward’ın çabaları
krallıkta birliği sağlayabildi. 1272’de Edward yurduna geri döndü. Kral
III. Hugues de 1276’da kavgaların bir türlü son bulmadığı krallık
topraklarından ayrılıp Kıbrıs’a gitti. Bu arada Doğu Akdeniz’i
hâkimiyeti altına almak amacıyla bir süreden beri uğraşan Sicilya Kralı
Charles d’Anjou, nihayet papanın desteğiyle Doğu krallık tahtı üzerinde
en yakın hak sahibi olan Marie d’Antioche’dan bu hakkı satın aldı
(1277). Charles Kudüs kralı sıfatıyla Akkâ’ya bir temsilci yolladı.
Ancak Charles’ın ilgisi krallıktan ziyade Bizans Devleti’ne yönelikti.
Bütün gayesi, 1261’de yeniden kurulan Bizans Devleti’ni ortadan kaldırıp
tekrar Latin hâkimiyetini tesis etmekti. Fakat Charles gayesine
ulaşamadan 1285’te öldü. Onun ölümünden sonra Doğu Krallığı’ndaki
baronlar Kıbrıs Kralı II. Henri’yi hükümdarları olarak tanıdılar.
Bu arada Haçlılar 1277’de I. Baybars’ın ölümüyle geçici bir rahatlık
duydular. Moğollar ve Ermeni Kralı III. Leo da krallığın yeniden
güçlenmesini desteklemekteydiler. Fakat 1279’da Memlük tahtına çıkan
Kalavun, tekrar Suriye’ye giren Moğollar’ı 30 Ekim 1281’de Humus
önlerinde yapılan savaşta yenilgiye uğratınca Moğollar Fırat’ın gerisine
çekildi ve böylece Haçlılarla Moğollar’ın birleşmesi önlendi. Bundan
sonra Kalavun önce Merkab Kalesi’ni zaptetti (1285). Memlükler
karşısında krallığın güçsüzlüğü İlhanlı Hükümdarı Argun’u da endişeye
düşürmekteydi. Argun, Haçlılar’la bir ittifak yaparak krallığı yaşatmak
için yeni bir Haçlı seferi hususunda Avrupa ile temasa geçti. Elçisi
Rabban Sauma’yı papaya, Fransa ve İngiltere krallarına gönderdi. Ancak
bu girişimleri sonuçsuz kaldı. Öte yandan Kalavun, Antakya
Prinkepsliği’nden kalan son şehir Lazkiye’yi aldı (1287). Ardından büyük
bir orduyla Trablus’u kuşatan Kalavun 26 Nisan 1289’da şehri zaptetti
ve deniz kuvvetleri hâlâ güçlü olan Haçlılar’ın burasını yeniden ele
geçirme teşebbüslerini önlemek üzere şehrin surlarını tamamen yıktırdı.
Trablus’un kaybı Akkâlılar’ı büyük bir endişeye düşürdü. Kral Henri,
Sultan Kalavun’dan krallık ve Kıbrıs için esasen mevcut olan anlaşmanın
uzatılmasını istedi ve teklifi kabul edildi. Henri ayrıca acilen yardım
gönderilmesi gerektiğini Avrupa’ya bildirdi. Bu çağrıya İtalya’dan
olumlu cevap geldi. Venedikliler yirmi, Aragon kralı da beş gemiyle bu
sefere katıldılar. 1290 Ağustosunda Akkâ’ya varan İtalyan Haçlıları
şehirde ticaretle uğraşan müslümanlara saldırmaya başladılar, daha sonra
da şehirdeki bütün müslümanları öldürdüler. Katliam haberini duyan
Sultan Kalavun 4 Kasım 1290’da ordusuyla Kahire’den yola çıktı. Ancak
altı gün sonra hastalandı ve ölümünden önce oğlu el-Melikü’l-Eşref
Halîl’den seferi devam ettireceğine dair söz aldı. Ancak mevsim
geçtiğinden sefer ilkbahara ertelendi.
el-Melikü’l-Eşref
hazırlıklarını tamamladıktan sonra 6 Mart 1291’de Kahire’den hareket
etti. Hâkimiyeti altındaki bölgelerden getirttiği kuşatma aletleri ve
mancınıklarla takviye ettiği ordusuna Dımaşk ve Hama birlikleri de
katıldı. Akkâ önüne ulaşan müslüman ordusu 6 Nisan’da şehri kuşattı.
Aralarındaki anlaşmazlıkları bir yana bırakan Akkâlı baronlar, Templier,
Hospitalier ve Alman tarikat şövalyeleri, Venedikliler ve Pisalılar,
Kral Henri ile birlikte Kıbrıslı şövalyeler, ayrıca eli silâh tutan
şehir halkı savunmaya katıldılar. Bir buçuk ay süren çatışmalardan sonra
18 Mayıs 1291’de Akkâ fethedildi. Şehirde bulunanların çoğu öldürüldü;
geri kalanlar esir alındı. Daha sonra el-Melikü’l-Eşref’in gönderdiği
bir ordu 14 Temmuz’da Sûr şehrini ve 31 Temmuz’da Beyrut’u ele geçirdi.
Bu sırada sultan hiçbir direnişle karşılaşmadan Hayfa’yı aldı. Son
olarak da Templier şövalyelerine ait iki büyük kale Antartus (Tortosa) 3
Ağustos’ta, Aslîs 14 Ağustos’ta zaptedildi. Sultanın askerleri birkaç
ay boyunca kıyı bölgelerinde dolaşıp muhtemel bir Haçlı saldırısına
yararlı olabilecek her şeyi imha ettiler. Kaleler yıkıldı, meyvelikler
kesildi, su tesisleri kullanılmaz hale getirildi.
Son Haçlı
Seferleri. el-Melikü’l-Eşref’in 1291’de Haçlılar’ın Filistin’deki
hâkimiyetine son verip Akkâ’yı fethetmesi Avrupa’da büyük üzüntü meydana
getirdi; fakat 1187’de Kudüs’ün kaybı gibi büyük yankı uyandırmadı,
zira sonuç görünüyordu. Papa IV. Nicolaus, 1291’den önce Doğu’ya yardım
sağlamak için çok gayret sarfetmişti. Fakat ne kendisi ne de halefleri
yeterince yardım temin edebildiler. Yine de Avrupa’da Haçlı seferi
propagandaları sürüp gitti. Yıllarca değişik projeler üretildi. Meselâ
Fransız misyoneri Ramon Lull Liber de Fine adlı eserinde, askerî güç
kadar etkili vaazların da yer alacağı bir programın uygulanması
gerektiğini ileri sürdü. Fransız hukukçusu Pierre Dubois, Fransa Kralı
IV. Philippe’in liderliğinde yapılacak bir sefer için ayrıntılı bir
proje hazırladı. Templier tarikatının üstadı Jacob de Molay, 1307’de
papaya sunduğu raporda önce Akdeniz’de deniz üstünlüğünün sağlanmasını,
ardından Batı krallarının büyük kuvvetlerle Kıbrıs’ta toplanıp yeniden
Suriye’de karaya çıkmalarını tavsiye ediyordu. 1321’de tarihçi Marino
Sanudo Secreta Fidelium Crucis adlı eserinde, Mısır’a ekonomik ambargo
uygulanmak suretiyle Doğu’nun zayıflatılabileceğini iddia ediyordu.
Ancak bu projelerin hiçbiri uygulanamadı. Avrupa’da heyecan uyandıran bu
propagandalardan, yeni bir Haçlı seferi düzenleyeceğini söyleyerek
kiliseden durmadan para çeken Fransa Kralı Philippe yararlandı.
İngiltere Kralı Edward ise ülkesinde yeni bir Haçlı seferiyle
ilgilenemeyecek kadar İskoçya sorunlarıyla meşguldü. Ayrıca Fransa ve
İngiltere arasındaki rekabet 1337’de bu iki ülkeyi Yüzyıl savaşlarına
sürükleyecekti. Kutsal ülkede savaşmak amacıyla kurulmuş şövalye
tarikatları da Doğu’yu bir yana bırakmışlardı. Alman şövalye tarikatı,
Akkâ’nın kaybından sonra faaliyetlerine Baltık bölgesinde devam
etmekteydi. Hospitalier şövalyeleri önce Kıbrıs’ta karargâh kurmuşlar,
1308’de Rodos adasını ele geçirip merkezlerini buraya taşımışlardı.
Templier tarikatına gelince, bu tarikatın mensupları 1308’de Kral IV.
Philippe’in zulmüne uğrayıp önce Fransa’da, daha sonra diğer Avrupa
ülkelerinde tutuklandılar ve öldürüldüler, malları ve mülkleri
ellerinden alındı. 1312’de Papa V. Clementius bir emirnâme ile bu
tarikata son verdi. Bu gelişmeler sonucunda ismen Kudüs kralı unvanını
taşıyan Kıbrıs kralları, kutsal ülkeyi yeniden ele geçirme
faaliyetlerini Doğu’da yürütebilecek yegâne kişiler olarak kaldılar.
Yeni bir Haçlı seferinin düzenlenmesini yıllarca bekleyen ve bu iş için
Doğu’da önemli bir üs teşkil eden Kıbrıs uzun süre müslümanlardan ciddi
bir tehditle karşılaşmadı.
1359’da Kıbrıs kralı olan I. Pierre
yüreği Haçlı ateşiyle yanan bir kişiydi. İlk savaşlarını, Ermeniler’den
Korykos Kalesi’ni satın almak suretiyle ayak bastığı Anadolu’da
Türkler’e karşı yaptı. 1362’de, yeni bir Haçlı seferini gerçekleştirmek
amacıyla Batı ülkelerini dolaşmaya başladı. Rodos, Venedik, Cenova’dan
sonra Fransa’da papa ve Kral II. Jean ile görüştü. Kral Haçlı seferi
konusunda iş birliği vaad etti ve birçok asilzadesiyle birlikte Haçlı
yemini etti. Papa da kutsal savaş çağrısında bulundu. Daha sonra Pierre
İngiltere ve Almanya’ya giderek her taraftan Haçlı seferi için vaadler
aldı. 1365’te Doğu’ya dönerken Venedik’te güçlü bir Haçlı ordusu
toplanmış bulunuyordu. Ordu önce Rodos’a geldi ve orada gizli tutulan
hedefin İskenderiye olduğu açıklandı. 156 gemiden oluşan donanma 9
Ekim’de İskenderiye önlerine geldi. Şehir halkı ve garnizon gafil
avlanmıştı. Ertesi gün Haçlılar’ın karaya çıkmasına engel olmaya çalışan
garnizon kahramanca savaştıysa da başarı sağlayamayıp surların gerisine
çekildi. Haçlılar surlara saldırdılar ve çok az sayıda askerin
savunduğu doğu surlarını aşıp İskenderiye’ye girdiler.
11 Ekim
günü bütün şehir Haçlılar’ın eline geçmiş bulunuyordu. Haçlılar
zaferlerini görülmemiş bir vahşet ve zulümle kutladılar. 250 yıllık
kutsal savaş Haçlılar’a insanlığın ne olduğunu öğretememişti. Haçlılar
şehrin zenginliği karşısında çılgına döndüler. Müslümanların yanı sıra
yerli hıristiyanlar ve yahudiler de onların vahşetinin kurbanı oldular.
Camiler, türbeler yağmalandı; halk kılıçtan geçirildi. Müslüman,
hıristiyan ve yahudi 5000’in üstünde insan esir alındı. Bütün eşyalar
limandaki gemilere taşındı. Haçlılar, ele geçirdikleri muazzam ganimetle
yurtlarına geri dönmekten başka bir şey düşünmüyorlardı. Öte yandan
Kahire’den yola çıkan Memlük ordusu şehre yaklaşmaktaydı. Haçlılar 16
Ekim’de gemilerine binip önce Kıbrıs’a gittiler, oradan da ülkelerine
döndüler. İskenderiye’nin yağmalandığı haberi başta papa olmak üzere
Avrupa’da pek çok kişiyi sevindirmişti. Ancak kısa sürede bütün Avrupa
bu seferin sonuçlarından etkilendi. Akdeniz ticareti durdu ve Doğu’dan
mal gelmez oldu. Bu arada Kral Pierre yeniden bir sefer düzenlemek
istediyse de artık Avrupa’dan yardım beklemek boşuna idi.
Hedefi kutsal ülkeyi geri almak olan Haçlı seferlerinin sonuncusunu
teşkil eden İskenderiye katliamı, yarım yüzyıldan beri Memlükler ile
Kıbrıs ve Avrupa arasında barış içinde süregelen hayatı olumsuz
etkiledi. O zamana kadar müslüman ülkesinde yaşayan hıristiyan tebaaya
iyi muamele edilmişti. Hacılar hiçbir engelle karşılaşmadan kutsal
yerleri ziyaret etmişlerdi. Doğu ve Batı arasındaki ticaret çok
gelişmişti. Bu olay üzerine yerli hıristiyanlar için güç bir dönem
başladı. Kutsal Mezar Kilisesi üç yıl süreyle kapatıldı. Ticarî
ilişkiler kesildi. Kıbrıs Krallığı ortadan kaldırılması gereken bir
düşman olarak görüldü. Memlükler 1426’da Kıbrıs’ı tahrip ederek
İskenderiye’nin intikamını aldılar.
Bu sırada Akdeniz’in
doğusunda Çukurova’da varlıklarını sürdüren Ermeniler de devlet olarak
ortadan kalktı. Bütün XIII. yüzyıl boyunca Haçlılar’ın ve Moğollar’ın en
yakın dostu olan Ermeniler, Haçlı Krallığı’nın son bulmasından ve Moğol
hâkimiyetinin çöküşünden sonra 1337’de topraklarının büyük bir kısmını
Türkler’e kaptırdılar. 1375’te ise birbiriyle anlaşan Türkler ile
Memlükler tarafından bütün Ermeni ülkesi itaat altına alındı.
XIV. yüzyılın sonlarına doğru Batı dünyasının dikkati Kudüs’ten ziyade
Balkanlar’a çevrildi. Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması üzerine
Anadolu’da kurulan Türk beyliklerinden Osmanlılar kısa zamanda büyük
gelişme gösterdi. 1354’ten sonra Balkan yarımadasında ilerleyen Osmanlı
Türkleri 1390’da Vidin’i fethederek Tuna kıyısına vardılar. Macar
kralının yardım çağrısı üzerine Avrupalılar Türkler’e karşı yeni bir
Haçlı seferi düzenledilerse de 1396’da Niğbolu’da Yıldırım Bayezid
kumandasındaki Türk ordusu karşısında kesin bir yenilgiye uğradılar.
Daha sonra Avrupa yeniden bir Haçlı ordusu toplayıp bu defa II. Murad’ın
kumandasındaki Türkler’in üzerine yürüdüler, fakat 1444’te Varna’da
yapılan savaşta tekrar hezimete uğradılar. Bu Batı’nın düzenlediği son
Haçlı seferi olmuştu. 1453’te II. Mehmed’in İstanbul’u fethiyle
Osmanlılar’ın Avrupa’daki üstünlüğü ispatlanmış ve Doğu Akdeniz
hâkimiyeti Türkler’in eline geçmişti.
Haçlı Seferlerinin
Sonuçları. Bu seferler dolayısıyla Doğu’da kurulan Latin hâkimiyetinin
iki yüzyıla yakın süren varlığı hem bölgede hem de Avrupa’da birçok
yönden etkili oldu. Doğu hıristiyanlarına yardım sloganıyla başlayan
Haçlı hareketi Doğulu hıristiyanlara faydadan çok zarar vermiştir.
Anadolu, Suriye ve Filistin’de yaşayan hıristiyanlar, başlangıçta
Haçlılar’ın kendilerini Türk ve Bizans hâkimiyetinden kurtarıp
bağımsızlıklarına kavuşturacaklarını sanmışlardı. Fakat kısa zamanda
amaçlarının Doğu’da kendi çıkarlarına uygun bir düzen kurmak olduğunu
gördüler. Haçlılar, tesis ettikleri devletlerin tebaasını oluşturan
yerli hıristiyanlara halifelerden ve Türk idaresinden daha sert
davrandılar. Onların dinî geleneklerine müdahale ettiler. Yerli
hıristiyanları mevkilerinden uzaklaştırdılar; hatta en acımasız şekilde
öldürmekten çekinmediler. Ancak Haçlılar’ın asıl kötülüğü Bizans’a oldu.
Hareketin başından itibaren İstanbul’u zaptetme düşüncesini ve Bizans’a
duydukları nefreti her fırsatta ortaya koyan Haçlılar, vazgeçemedikleri
bu tutkularını Dördüncü Haçlı Seferi sırasında gerçekleştirme imkânını
buldular. Bizans İmparatorluğu ortadan kaldırıldığı gibi İstanbul
görülmemiş bir vahşetle yağmalandı. Bizans’a yardım sözünü dillerinden
düşürmeyen Avrupalılar, imparatorluğu bir daha eski gücüne kavuşamayacak
şekilde mahvetmişlerdi. Bundan sonra Bizans artık komşularına karşı
kendini savunmaya çalışan sıradan bir devlet olarak varlığını sürdürdü.
Haçlı seferleri başlangıçta Anadolu Türkleri üzerinde olumsuz etki
yaptı ve baskın niteliğinde gelişen saldırıları ile Anadolu Selçuklu
Devleti’ne gerçekten bir darbe vurdu. Türkler Orta Anadolu’ya çekilmek
zorunda kaldılar. Haçlılar 1097’de Selçuklu topraklarından geçerek
Suriye’ye indiler. Ancak I. Kılıcarslan, dört yıl sonra gelen Haçlı
ordularını arka arkaya imha ederek Anadolu topraklarını Haçlılar’a
tamamıyla kapattı. Haçlı tehdidi Üçüncü Haçlı Seferi’ne kadar sürdüyse
de bu durum Türkler’in Anadolu’da kökleşmesini engelleyemedi.
Avrupa’daki tesirleri çeşitli alanlarda görülen Haçlı seferleri, XII ve
XIII. yüzyıllarda Avrupa toplumunun değişen yapısını kısmen etkiledi.
Toplumda huzursuzluk meydana getiren saldırgan kişilerin, sefalet
içindeki köylülerin I. Haçlı Seferi ile sayıları yüz binleri bulan büyük
kitleler halinde Doğu’ya gidişi, Avrupa’da özellikle Fransa’da kralın
ve feodal beylerin düzeni sağlamasında ve otoritelerini güçlendirmesinde
faydalı oldu. Sefere çıkanlar mallarını ya sattılar veya bağışladılar.
Geri dönenler olmakla birlikte çoğu Doğu’da kaldı veya savaşlarda öldü.
Böylece birçok eski ailenin yerine yenileri ortaya çıktı. Haçlı
seferlerinin başlangıçtaki başarısı hareketin öncülüğünü yapan papalığa
prestij kazandırdı. Fakat arkadan gelen başarısızlıklar kilisenin gücünü
azalttı. Ayrıca dinî kuruluşlardan alınan vergiler tepkilere yol açtı.
Haçlı hareketinin sağladığı imkânla Dominican ve Franciscan keşişlerinin
XIII. yüzyılda Doğu’da yerleşmesi, bunların Haçlı bölgelerinde
misyonerlik faaliyetinde bulunmalarına fırsat verdi. Papalar, Doğu
hükümdarlarına gönderdikleri mektuplarla misyoner keşişlere özel
imkânlar tanınmasını sağladılar. Bunlar çok defa Moğollar’ın
Hıristiyanlık propagandasına müsamaha göstermesinden faydalanarak
İtalyan tâcirleriyle birlikte İran’a, Asya içlerine, hatta Çin’e kadar
gittiler. Buralarda misyonlar kurdular. Böylece Roma kilisesinin
hâkimiyet alanını genişlettiler. Bu faaliyet, milletlerarası temele
oturtulan kilise hukukunun gelişmesinde önemli rol oynadı. Fakat İslâm
kanunları din propagandasını yasakladığı için keşişler müslümanlar
arasında faaliyette bulunamadılar. Haçlılar’ın savaşlar ve ticarî
ilişkiler dışında müslümanlarla teması hemen hiç olmadı. Latin Doğu,
Sicilya ve İspanya’nın aksine İslâm dünyasının bilim ve felsefesini
anlamadı ve bu konuların Batı’ya aktarılmasında herhangi bir rolü
olmadı. Aynı şekilde İslâm dünyası da istilâcı Haçlılar’a yabancı kaldı,
bunlarla ilgili konulara merak duymadı. Zaman zaman görülen dostluk
ilişkileri ise ticaretle sınırlı kaldı. Haçlı seferleri döneminden önce
de Venedik, Cenova, Pisa ve Amalfi deniz cumhuriyetlerinin müslümanlarla
ticarî ilişkileri vardı. Fakat Haçlı devletleri sayesinde Avrupa’nın
Doğu ticareti olağan üstü gelişme gösterdi. Avrupalı tâcirler bu sayede
ilk defa Doğu şehirlerinde yerleşip Haçlılar’ın kendilerine sağladığı
imtiyazlardan faydalanarak bu alanda üstünlüğü ele geçirdiler. Gelişen
ticaretle birlikte nakliye konusundaki ihtiyaçlar gemi inşaat tekniğine
yenilikler getirdi. Ticaretin gelişmesiyle zenginlik arttı. Para
bollaştı ve bankacılık faaliyetleri başladı.
Haçlılar şeker
kamışını ilk defa Filistin’de görüp tanıdılar. Kısa zamanda şeker kamışı
yetiştirmesini ve öz suyunu çıkarmasını öğrendiler. XII. yüzyıldan
itibaren Suriye’den gelen şeker ve çeşitli meyveler Batı sofralarını
süsledi. Avrupa’da önceden de az çok bilinen Doğu’nun şifalı bitkileri
Haçlılar vasıtasıyla Batı’da iyice tanındı ve bollaştı. XIV. yüzyılda
yaşayan bir tâcirin kitabında 300’ün üstünde baharat çeşidinin Avrupa’ya
taşınmakta olduğu kaydedilir. “Baharat yolu” adıyla meşhur olan bu
ticaret yolu, baharatın yanı sıra Doğu’nun egzotik kokularını ve boya
maddelerini de Avrupa’ya ulaştırmaktaydı. İpekli ve pamuklu kumaşlar,
ipek halılar, zarif çanak çömlek, porselen ve cam eşya Avrupa’da giyime
ve evlerin tefrişine yenilikler getirdi.
Öte yandan Doğu’da
yerleşen Haçlılar zamanla mahallî âdetlere alıştılar; yerli kıyafetler
giymeye, mahallî yemekler yemeye başladılar. Bunlar yerli doktorlara
tedavi oluyor ve çoğu yerli hıristiyan kadınlarla evleniyordu. İslâm
dünyasıyla bilhassa ticarî alandaki temas sonunda bunların bir kısmı
Arapça öğrendi. Bu dilden birçok kelime ve terim Avrupa dillerine girip
yerleşti. Fakat Haçlılar yine de Batılı atalarının geleneklerini devam
ettirdiler. Yazışmalarda Latince kullanılıyordu. XIII. yüzyılda
hazırlanan kanun mecmuası Assises de Jérusalem ise Fransızca kaleme
alınmıştı. Haçlı seferleri döneminde bu konuyu işleyen pek çok tarih
kitabı yazıldı. Avrupa’da tarihî edebiyat gelişti. Arap edebiyatı
vasıtasıyla Doğu’nun çeşitli hikâyeleri, masalları Avrupa’ya yayıldı.
Haçlılar Avrupa’ya askerî alanda da yenilikler getirdiler. O zamana
kadar Batı’da mevcut savunma mevkii dört köşe bir kuleden ibaretti.
Büyük kalelerin yapılması, savunma ve kuşatma taktikleri, ziftin
kullanılması Avrupa’ya gelen yeniliklerdi. Ayrıca Haçlılar kiliselerin
inşasında Doğulu ustalardan öğrendikleri sivri kemer kullanmasını
Batı’ya taşıdılar. Bunun ilk örnekleri, 1115’te Boulogne’da yapılan Wast
ve St. Ulmer kiliselerinde görülür. Aynı dönemde yapılan Cluny
Manastırı’nda da sivri kemerler kullanılmıştır. Sonuç olarak Haçlılar,
Ortaçağ Avrupası’na Doğu’nun kültürünü taşımakta etkili olmuşlar, bu
dönemde ticaret yollarının açtığı imkânla Doğu’nun en uzak köşelerine
kadar giden seyyahlar Doğu’nun güzelliğini, zenginliğini, sanat ve
ilmini Batı’ya tanıtmışlardır.
BİBLİYOGRAFYA
İbnü’l-Kalânisî, Târîḫu Dımaşḳ: The Damascus Chronicle of the Crusades (trc. H. A. R. Gibb), London 1932; Azimî Tarihi: Selçuklular Dönemiyle İlgili Bölümler: H.430-538
(nşr. ve trc. Ali Sevim), Ankara 1988, s. 30-62, 64-67; Üsâme b.
Münkız, Kitâbü’l-İʿtibâr (trc. G. Rotter, Ein Leben im Kampf gegen
Kreuzritterheere), Tübingen 1978, s. 19, 26, 33, 43-45, 50, 51, 56-60,
62-69, 74, 75, 80, 82-88, 90, 93-97, 100-102, 106-108, 110-114, 116-118,
123, 131-135, 138-141, 147-160, 166-168, 170, 182, 195, 207, 212, 224;
Chronique de Michel le syrien, patriarche jacobite d’Antioche: 1166-99
(nşr. ve trc. J.-B. Chabot), Paris 1899-1924, 111, 182-191, 194-212,
215-217, 222-239, 244-278, 283-300, 309-345, 349-360, 368-372, 375-380,
393-396, 403-413; F. Carnotensis, Gesta Francorum Iherusalem
peregrinantium (RHC Occ. içinde), III, 311-485; a.e.: Fulcher of
Chartres. A History of the Expedition to Jerusalem 1095-1727 (trc. R.
Rayan), KnoxviIIe 1969; O. Freisingen, Gesta Friderici Imperatoris (nşr.
Simson, Monumenta Germoniae Historica içinde), Hannover 1912; a.e.: The
Deeds of Frederick Barbarossa (trc. C. C. Mierow), New York 1953; a.e.:
Die Taten Friedrichs oder richtiger Cronica (trc. A. Schmidt – F.
Schmale), Darmstadt 1986; A. Komnene, The Alexiad (trc. E. R. A.
Sewter), London 1969, s. 308-379, 388-394, 398-436, 438-444; A. Neubauer
– M. Stern, Quellen zur Geschichte der Juden insiècles, Paris 1883;
Deutschland, Berlin 1892, s. 1-35, 36-46, 47-57, 58-75, 81-152, 153-168,
169-186, 187-213; Odo de Deuil, De Profectione Ludovici VII in Orientem
(nşr. ve trc. V. G. Berry), New York 1948; W. Tyrensis, Historia rerum
in partibus transmarinis gestarum (a.e. içinde), I, 1 vd.; a.e.:
Geschichte der Kreuzzuge und Königreichs Jerusalem (trc. E. R. Kausler),
Stuttgart 1842; a.e.: A History of Deeds, Done Beyond the Sea by
William Archbishop of Tyre (trc. A. Babcock – C. Krey), New York 1943;
Mateos, Chronique de Matthieu d’Edesse (nşr. ve trc. E. Dulaurier),
Paris 1858; a.e.: Urfalı Mateos Vekayinâmesi [952-1136] ve Papaz
Grigor’un Zeyli [1136-1162] (trc. H. D. Andreasyan), Ankara 1962, s.
187-201, 203-208, 214-230, 234-243, 246-254, 257-268, 271-274, 277-290,
293-305, 315, 318-329, 332; A. Aquensis, Liber Christianae expeditionis
pro ereptione, emundatione et restitutione sanctae hierosoly-mitanae
ecclesiae (RHC Occ., IV içinde); a.e.: Albert von Aachen, Geschichte des
ersten Kreuzzuges (trc. H. Hefele), Jena 1923, II; Ambroise, L’Estoire
de la guerre sainte (nşr. G. Paris), Paris 1897; a.e.: The Crusade of
Richard Lion-Heart (trc. M. J. Hubert – J. L. La Monte), New York 1941;
Niketas Khoniates, Historia (nşr. Bekker), Bonn 1835, s. 29-42, 50-55,
80-96, 141-145, 151, 208-219; I. Kinnamos, Epitome Historiarum (Orpus
Scriptorum Historine Byzantinge içinde), Bonn 1836, s. 16-21, 23, 30,
31, 35, 67-89, 122-124, 178-190, 208-211, 215, 216, 227, 250, 278-280;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil: İslâm Tarihi (trc. Abdülkerim Özaydın), İstanbul
1987, X, 227-232, 235-237, 247, 248, 266, 267, 280-282, 295-297, 238,
299, 300, 302-304, 318, 319, 322, 328-333, 239, 341, 342, 363-365,
368-375, 377, 380, 381, 240, 384-397, 399, 400, 405-407, 423, 431-433,
241, 439-441, 450-451, 464, 468, 483-485, 489-242, 493, 497, 505, 514,
519-521, 523, 526, 539, 243, 540; XI, 19, 20, 22, 45, 54-56, 58-61, 70,
72-244, 74, 78, 86, 88, 89, 94-98, 102, 106, 107, 113, 245, 119, 121,
123, 130, 134, 137, 138, 144, 162-246, 164, 169, 171, 178, 233, 240-248,
261, 263-247, 266, 272-276, 284-286, 294, 300, 310, 326, 248, 350,
355-357, 360, 362, 364-366, 372, 375, 249, 380-383, 393, 397, 398, 400,
415-440; XII, 17-250, 31, 34-45, 48-59, 64-73, 75-82, 112-115, 162, 251,
163, 165, 199, 209, 230, 231, 276-288, 426-252, 428, 440, 442, 443,
445, 446; a.mlf., et-Târîḫu’l-bâḥir fi’d-devleti’l-Atâbekiyye
bi’l-Mevṣıl (nşr. Abdülkādir Ahmed Tuleymât), Kahire 1963, s. 12, 18-20,
27, 35, 39, 55, 87-89, 91, 92, 96-102, 104, 107-110, 112, 116-118,
121-125, 130-134, 137, 139-146, 152-155, 158-161, 169, 171, 172;
Chronicon (syriacum) ad annum chr. 1203/4 pertinens, Corpus Scriptorum
Christianorum Orientalium (nşr. J.-B. Chabot), Paris 1918, III; a.e.
(trc. A. S. Tritton, “The First and Second Crusades from an Anonymous
Syriac Chronicle”, JRCAS, XXVII [1933], s. 69-101, 273-305); R. de
Clari, La conquête de Constantinople (nşr. P. Lauer), Paris 1924; a.e.:
İstanbul’un Zaptı (1204) (trc. Beynun Akyavaş), Ankara 1994; G. De
Villehardouin, La conquête de Constantinople (nşr. Faral), Paris
1938-39, II; a.e.: The Conquest of Constantinople (trc. R. B. Shaw), New
York 1963; İbnü’l-Adîm, Zübdetü’l-ḥaleb, II, 129-138, 141-145, 147-151,
153-161, 163, 172-176, 179-182, 185-201, 204-206, 209-227, 229-234,
244, 246, 247, 251, 252, 254, 256, 259-269, 271, 273-281, 290-292,
298-306, 308, 311-324, 327, 329, 332, 336-338; III, 12, 13, 34-38, 48,
49, 73, 78, 79, 91-93, 95-124, 139-141, 153, 155-160, 163, 166-168,
180-182, 186, 188, 190, 191, 202, 205, 209, 210, 230-232; Ebû Şâme,
Kitâbü’r-Ravżateyn, tür.yer.; İbn Şeddâd, Sîretü’l-Meliki’ẓ-Ẓâhir
Baybars (nşr. A. Hutait), Wiesbaden 1983, s. 70, 102, 103, 113, 121,
225, 279, 307, 312, 321, 335, 337, 352, 353, 357, 360; Ebü’l-Ferec,
Târih, II, 339-343, 347-363, 365-370, 374-380, 383-392, 394-410, 421,
423, 424, 426, 428, 434, 438-462, 465, 466, 469, 483-485, 488, 491,
497-499, 509-512, 521-523, 545, 550-552, 555, 567, 588, 589, 595, 639,
640; İbn Vâsıl, Müferricü’l-kürûb fî aḫbâri mülûki Benî Eyyûb (nşr.
Cemâleddin eş-Şeyyâl), Kahire 1953-72, III, 26, 71, 74-76, 78, 135,
140-142, 145-147, 152, 154, 159, 160, 162-164, 166-168, 181, 182, 201,
215, 219, 223, 224, 229, 232, 233, 237, 254, 255, 257, 258, 260, 261,
265, 266, 269, 270, 291-293, 297, 298, 310, 311, 317, 319, 333, 341,
343, 346, 349-351, 384; IV, 15-19, 23, 26, 32, 34, 49, 64, 70, 75, 81,
82, 86, 90-99, 105, 117, 171, 206, 213, 214, 217, 222, 233-235, 241-252,
279, 303, 304, 310, 311; Ebü’l-Fidâ, el-Muḫtaṣar, II, 210-214, 216,
219-221, 223-232, 234-239; III, 2-4, 7, 8, 10-13, 16-22-24, 27-29, 31,
33, 39, 41, 43-45, 49, 50, 52, 59-61, 64-66, 68, 71-80, 82, 83, 94, 102,
105, 106, 117, 118, 120, 122, 124, 126, 129, 130, 138, 141, 142, 169,
172, 176-181, 217; IV, 3-6, 9, 21-25, 35-37, 51, 52, 54, 55, 59; N.
Barbaro, Diary of the Siege of Constantinople 1453 (trc. J. R. Jones),
New York 1969, s. 68-83, 124-147; Gesta Francorum et Aliorum
Hierosolimitanorum (nşr. ve trc. R. Hill, The Deeds of the Franks and
the other Pilgrims to Jerusalem), Oxford 1979; Chronicon Barense (Rerum
Italicarum Scriptores [ed. L. A. Muratori], Milano 1723-51, I-XXV
içinde), V; L. Junior, Historia Mediolanensis (a.e. içinde), V; Dandolo,
Chronicon Venetum (a.e. içinde), XII; B. de Neocastro, Historia Sicula
(a.e. içinde), XIII; Recueil des historiens des Gaules et de la France
(nşr. M. Bouquet v.dğr.), Paris 1738-1904, I-XXIII; R. Glaber,
Historiarum Sui Temporis Libri V (a.e. içinde), X; Chronicon
Mauriniacense (a.e. içinde), XII; Louis VII, Epistolae (a.e. içinde),
XV-XVI; I. Baudouin, Epistolae (a.e. içinde), XVIII; Milites Regni
Franciae (a.e. içinde), XXII; W. F. Heller, Geschichte der Kreuzzüge
nach dem heiligen Lande, Frankenthal 1784, III; F. Wilken, Geschichte
der Kreuzzüge, Leipzig 1807-32, I-VII; J. F. Michaud, Histoire des
croisades, Paris 1817-22, I-V; Monumenta germaniae historica (nşr. G. H.
Pertz v.dğr.), Hannover 1826, I-XX; B. of St. Blaise, Chronicon (a.e.
içinde), V; Landulf of San Paulo, Historia Mediolanensis (a.e. içinde),
XX; Annales Augustani (a.e. içinde), III; Annales Cavenses ve Annales
Beneventani (a.e. içinde), III; Annales Mellicentes (a.e. içinde), IX;
Historia Welforum Weingartensis (a.e. içinde), XVI; Annales Casinenses
ve Annales Ceccanenses (a.e. içinde), XIX; Caffaro di Caschifellone,
Brevis regni lerosolymitani historia (a.e. içinde), XVIII; Chronicon
Venetum et Gradense usque ad a. 1008 (a.e. içinde), VII; Ordericus
Vitalis, Historia ecclesiastica (nşr. A. Provost – L. Delisle, Société
de l’histoire de France içinde), Paris 1855, V; a.e.: The Ecclesiastical
History of Orderic Vitalis (nşr. ve trc. M. Chibnall), Oxford 1980, V,
28-191; R. Aguilers, Historia Francorum qui ceperunt Jerusalem (RHC Occ.
içinde), III, 231-309; Tudebotus, Historia peregrinorum euntium
Jerusolymam ad liberandum Sanctum Sepulcrum de potestate ethnicorum
(a.e. içinde), III, 165-229; B. Kugler, Studien zur Geschichte des
zweiten Kreuzzuges, Stuttgart 1866; C. Ducange, Les familles d’outremer
(nşr. E. G. Rey), Paris 1869; H. Von Sybel, Geschichte des ersten
Kreuzzuges, Leipzig 1881; H. Prutz, Kulturgeschichte der Kreuzzüge,
Berlin 1883; E. G. Rey, Les colonies franques en Syrie aux XIIme et XIIIme
siècles, Paris 1883; G. Dodu, Histoire des institutions monarchiques
dans le royaume latin de Jerusalem 1099-1291, Paris 1894; R. Röhricht,
Geschichte des Königreichs Jerusalem 1100-1291, Innsbruck 1898; H.
Hagenmeyer, Chronologie de la première croisade, Paris 1902; a.mlf., Die
Kreuzzugsbriefe, Innsbruck 1902; W. B. Stevenson, The Crusaders in the
East, Cambridge 1907; L. Bréhier, L’église et l’orient au moyen âge: Les
croisades, Paris 1928; R. Grousset, Histoire des croisades et du
royaume franc de Jérusalem, Paris 1934-36, I-III; Cl. Cahen, La Syrie du
nord à l’epoque des croisades et la principauté franque d’Antioche,
Paris 1940; F. Lot, L’art militaire et les armées au moyen âge en Europe
et dans le proche orient, Paris 1946, II, 129-131; Runciman, Haçlı
Seferleri Tarihi, I-III; K. Setton, A History of the Crusades, Wiskonsin
1955-89, I-VI; R. C. Smail, Crusading Warfare 1097-1193, Cambridge
1956; A. Waas, Geschichte der Kreuzzüge, Freiburg 1956; H. L Gottschalk,
al-Malik al-Kamil von Egypten und seine Zeit, Wiesbaden 1958, s. 47-50,
58-70, 76-88, 104-115, 152-160, 162, 173, 174, 199, 201, 211, 212; G.
H. Hagspiel, Die Führerpersönlichkeit im Kreuzzug, Zürich 1963; H. E.
Mayer, Bibliographie zur Geschichte der Kreuzzüge, Hannover 1965; D. C.
Munro, The Kingdom of the Crusaders, Washington 1966; Z. Oldenburg, The
Crusades, New York 1966; Fr. Gabrieli, Arab Historians of the Crusades
(trc. E. J. Costello), London 1969; J. L. La Monte, Feudal Monarchy in
the Latin Kingdom of Jerusalem, 1100 to 1291, New York 1970; J.
Riley-Smith, The Crusades, London 1970; a.mlf., The First Crusade and
the Idea of Crusading, London 1986; Osman Turan, Selçuklular Zamanında
Türkiye: Alp Arslan’dan Osman Gazi’ye: 1071-1318, İstanbul 1971, s.
98-108, 135-144, 182-192, 220-224, 342-347; J. Prawer, The Latin Kingdom
of Jerusalem. European Colonialism in the Middle Ages, London 1972;
a.mlf., Crusader Institutions, Oxford 1980; F. J. Dahlmanns, al-Malik
al-Adil. Agypten und der vordere Orient in den Jahren 589/1193 bis
615/1218, Grevenbrück 1975, s. 67-79, 113-140, 213-215; W. Heyd,
Yakın-Doğu Ticaret Tarihi (trc. Enver Ziya Karal), Ankara 1975, I, 88,
89, 101, 113, 131, 135, 143-272, 288-407, 479-589, 596-617; R. S.
Humphreys, From Saladin to the Mongols, The Ayyubids of Damascus
1193-1260, New York 1977, s. 16, 33, 39, 63, 76, 78, 79, 81, 85, 87,
103-108, 126, 132-137, 156-165, 169, 170, 178, 183, 193-198, 202-204,
215, 239, 257, 261, 266-271, 274, 275, 293, 296, 301, 321-326, 339, 355,
440, 441, 447; M. Möhring, Saladin und der Dritte Kreuzzug, Wiesbaden
1980; G. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi (trc. Fikret Işıltan),
Ankara 1980, s. 334-338, 350-355, 357, 376, 377, 383-386, 390-415;
Gebhardt, Handbuch der Deutschen Geschichte, Stuttgart 1981, s. 349-351,
378-383, 386, 410-414, 416, 418-421, 423, 428-431, 439, 443-447, 451,
454, 458, 464, 472, 475, 477, 481, 483, 515, 519, 522, 529, 570, 589,
635, 642, 645, 650, 683, 776, 819, 821; R.-J. Lilie, Byzanz und die
Kreuzfahrerstaaten, München 1981; A. Maalouf, The Crusades Through Arab
Eyes, London 1984; S. Lane-Poole, Saladin and the Fall of the Kingdom of
Jerusalem, London 1985; E. Siberry, Criticism of Crusading 1095-1274,
Oxford 1985; P. M. Holt, The Age of the Crusades, The Near East from the
Eleventh Century to 1517, Essex 1987; D. M. Nicol, Byzantium and
Venice. A Study in Diplomatic and Cultural Relations, Cambridge 1988; S.
Tibble, Monarchy and Lordships in the Latin Kingdom of Jerusalem
1099-1291, Oxford 1989; I. S. Robinson, The Papacy 1073-1198, Cambridge
1990; Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi: 1098-1118, Ankara
1990; a.mlf., Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi: 1118-1146, Ankara 1994;
a.mlf., “1101 Yılı Haçlı Seferleri”, Prof. Dr. Fikret Işıltan’a 80.
Doğum Yılı Armağanı, İstanbul 1995, s. 17-56; a.mlf., Türkiye Selçuklu
Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, Ankara 1996, s. 20-48; P. W. Edbury,
The Kingdom of Cyprus and the Crusades 1191-1374, Cambridge 1991; O.
Piper, Burgenkunde, Augsburg 1994, s. 27 vd., 248 vd., 357, 362,
381-414.