Biz dediğimiz zaman insanlar putçuklarına olan takdiri şayan bağlılıklarından ötürü, hop oturup hop kalkıyor. Necip Fazıl’ın putları için söylediklerinden hberi yok ve en acısı da kendilerini ehli sünnet zannediyorlar. Alim sandıkları insanlar onları çöplüğe götürüyor farkında bile değiller. Neden? Çünkü putçukları sorgulanamaz! Onlar ibareye mana veren, siyakı ve sibakı bilen, icaz, atıf ve diğer gramer kaidelerine hakim olan alimlerdir. Onlar ne derse doğrudur. Dünya putçuluk günleri kutlu olsun o zaman. ALLAH’dan tek dileğim, bu öküzleri bu zahiri alimlerle ahirette haşretsin. İhsan Şenocak alim olabilir ama gafil ve basiretsiz biridir. Katar krizinde masum müslümanları Kardavi sapığına yönlendirmesi, İhsan Hocanın ya tutulmuş bir maşa oldığunu, yada müthiş bir gafil olduğunu gösterir. Gerçek alim felaket gelmeden önce görür, üzerinden geçtikden sonra değil. Şimdi benim ehli sünnet dışı olduğuma dair ihsan hocaya karşı tenkidlerimi delil gösteren zihin fukarasına, Necip Fazıl’dan Said Okur’a tokat cevabıyla gelsin istiyorum. Hiç cevap vermiyecektim çünkü fino köpeğine hoşt dersen daha çok afkururmuş lakin aldığım yoğun mesajlardan ötürü bu cevabı vermeye kendimde hak addediyprum. O gafilin ismini cisminide yazıp kendilerini bir halt zannetmemeleri için şımartmıyacağım. Kendi kısır düşüncesiyle güya bişeler elde edecek lakin iki adım geri bir adım ileri beş para etmez. Zaten paylaşımlarında kızdığı siyasal islamcıları baş tacı eden birini sevmesi, kendisinin bir şeyden anlamadığının en büyük ispatıdır. Şeytan cehaleti güzel gösterir de kendisini gururlandırır. Ahmak adamla uğraşmasıda zordur ya. Neyse artık. Necip Fazıl’dan Said Okur gerçeğine ait bir kaç pasaj yayınlıyacam. Kardavi köpeğinide yayınlayacağım ve bu ikisine talebelerini ve ona güvenen insanları müptela etmek isteyen hocanın zahiri bir alim olduğunu başka birşey olmadığını yazacağım. Necip Fazıl’ın “Son Devrin Din Mazlumları” kitabında Said Nursi bölümünden pasajlar:” “Bu mes’elede, benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuriyle Risale-i Nur’a hücum edilemez! O [Risale-i Nur], doğrudan doğruya Kur’âna bağlanmış ve Kur’ân dahi Arş-ı Azam ile bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın, o kuvvetli ipleri çözsün.
Hem, bu memlekette maddi ve mânevi bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuz üç Âyât-ı Kur’âniyenin işârâtı ile ve İmam-ı Ali Radiyallahu Anhın üç keramat-ı gaybiyesiyle ve Gavs-ı Âzamın kati ihbariyle tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur (Said Nursî’nin kendi şahsî eserine Kurandan hüküm ve haber çıkarması, o kadar sevdiği ve bağlı olduğu şeriate aykırıdır) bizim âdi ve kusurumuzdan mes’ul olmaz ve olamaz ve olmamalı! Yoksa bu memlekete hem maddi, hem mânevi, telâfi edilmeyecek derecede zarar olacak. Bazı zındıkların şeytaniyetiyle Risale-i Nura karşı çevrilen plânlar ve hücumlar, inşaallah bozulacaklar. Onun [Risale-i Nur] şakirdleri başkalara kıyas edilemez; dağıttırılamaz, vazgeçirilemez. Cenab-ı Hakkın inayetiyle mağlûp edilemezler!.. Eğer maddi müdafaadan Kur’ân menetmeseydi, bu milleti can damarı hükmünde, umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirdleri, Şeyh Said ve Menemen Hâdiseleri gibi cüz’i ve neticesiz hâdiselere bulaşmazlar; Allah etmesin eğer mecburiyet derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nura hücum edilse, elbette hükümeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar!
(Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları, s.232)
Bu iddialı sözleri nakleden Necip Fazıl dayanamaz ve alıntısını bitirmeden parantez içerindeki ibareyi ekler: “Said Nursî’nin kendi şahsî eserine Kur’ân’dan hüküm ve haber çıkarması, o kadar sevdiği ve bağlı olduğu şeriate aykırıdır.”
Açıktır ki, Necip Fazıl burada, Said Nursî’yi İslâm şeriatına aykırı hareket etmekle suçlamaktadır. Bu ibarenin Necip Fazıl’ın yaşadığı sürece “Son Devrin Din Mazlumları” kitabının yapılan tüm baskılarında yer alması kendisinin bu ‘şeriatdışılık’ fikrindeki ısrarının kanıtıdır.
Necip Fazıl’ın Said Nursî ile ilgili değerlendirmesinden rahatsız olan Nurcu önderlerin konuyu Necip Fazıl’ın maneviyat yolundaki mürşidi Abdulhakîm Arvasî’nin Said Nursî’ye yönelik eleştirilerine kadar geriye götürerek âdeta bir kan davasına dönüştürmüşlerdir. Gerçekte ise, Said Nursî’nin Risale-i Nur adlı eserinin pek çok yerinde ismini vermeden “İstanbul’daki ihtiyar” kodlaması ile kendisini eserine Kur’ân-ı Hakîm’de işaret edildiği iddiasından vazgeçmeye çağıran Abdulhakîm Arvasî hakkında ağır ifadelerde bulunduğu bilinmektedir. [8]
Necip Fazıl’ın Said Nursî ile İlgili İzlenimi
Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları kitabındaki Said Nursî ile ilgili bölümün “Kendisiyle Görüştüm” arabaşlıklı bölümünde vefatından kısa bir süre önce hayatında ilk ve son kez görüştüğü Said Nursî hakkındaki gözlemlerini şöyle anlatır:
“Bediuzzaman’ın İstanbul muhakemesi sırasında ben de, kendini yakından görmek ve İslâm yolunda çırpınan bu muhterem mücahidi göz ve kulak plânında tanımak arzusu doğdu. Otel, kapısından itibaren Nur talebeleriyle doluydu Kendimi haber verdim. Beni yukarı kata çıkardılar O katta da, hizmetine bakan talebeler… Bu gençlerin yüzlerinde ziyaretimden memnunluk duyduklarını ilân eden mânâlar… Beni içinde dar ve tek kişilik bir karyola bulunan bir odaya aldılar ve:
– İşte Necip Fazıl!
Der gibi bir eda ile huzuruna çıkardılar.
Derinlerden bakan hummalı gözlerin hâkim olduğu sakalsız bir çehrede, içine kapanık bir hâl… Heybet hissinden ziyade, dâvasına teslim olmuş çilekeş bu insan intibaını aldım.
Beni “Büyük Doğu” faaliyetimle tanıyorlar ve o tarihte henüz başlarında olduğum hapislerimi biliyorlardı.
Bana iltifat ettiler ve aynen şu kelimeleri söylediler:
“-Seni Nur Risalesine 40 yıl hizmet etmiş (sene sayısını tam hatırlamıyorum, daha az veya daha çok olabilir) kabul ediyorum!”
Kendi kıymet hükümlerine göre bu gayet cömert iltifata teşekkürle mukabele edip huzurlarından ayrıldım ve ondan sonra kendilerini bir kere daha görmek fırsatına eremedim.
İtiraf edeyim ki, beni 20 veya 40 yıl Nur Risalesine hizmet etmiş kabul etmelerindeki tevcih biraz garibime gitmişti. Ben Nur talebesi değildim ve olmama imkân yoktu. Benim kendisinde takdir ettiğim tek nokta küfre karşı mücadelesi ve düşman kutuplar üzerindeki iştirakimizdi. İslâmî kemâl dâvası ayrı mesele…
(Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları, s. 244-245)
Necip Fazıl, bu satırları ile kendisine rüşvet-i kelâm cinsinden iltifat eden Said Nursî’nin bu iltifatkâr tavrını garîb bulduğunu yazmaktan çekinmez. ve Said Nursî’yi bir İslâm âliminin taşıması gereken olgunluk noktasında yetersiz gördüğünü “İslâmî kemâl dâvası ayrı mesele…”sözleriyle ifade eder.
Necip Fazıl: “Risale-i Nur, Kurân Tefsiri Değildir.”
Nurculuk akımının en iddialı söylemlerinden birisi Said Nursî’nin eseri olan Risale-i Nur’u gelmiş/geçmiş en muhteşem tefsir olduğu iddialarıdır. Gerçekte Kur’ân-ı Hakîm’deki ayetlerden ancak % 10 kadarının yorumlandığı bir eseri Kur’ân tefsir olarak adlandırmak gerçekçi olmaz. Risale-i Nur’da sadece 620 ayetten bahsedilir ve bu sınırlı sayıdaki ayetlerden bazılarının taamı değil sadece bir kısmı sözkonusu edilmiştir. [9] Ancak bugün ülkenin dört bir bucağında bir araya toplanan birçok çocuk ve genç “en büyük tefsir” olan Risale-i Nur’un “okunduğunda bir cümlesi bile anlaşılamasa dahi” tekrar tekrar okunması konusunda şartlandırılırken Necip Fazıl’ın ezber bozan şu sözlerine dikkat çekmek isterim:
“Nur Risalesi, bu büyük ve son derece tesirli eser, Kur’ân ilhamlarına dayalı bir İslâmi hikmet manzumesidir ve bu ölçüyle ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Ona Kur’ân tefsiri denemez. Kur’ândan mülhem denilebilir.
“Nur Risalesi”ni ele alınca, onda derinliğine bir iman tefekkürü bulmakla beraber, o tefekkürden, ipek böceğinin kozası halinde iplik iplik fışkırıp dokulaşan ve olanca insanlığı dünü, bugünü ve yarınıyla kuşatan, onun bütün illet ve hasretlerine teşhis ve tedavi getiren, mutlak İslâm bağlılığı içinde müstakil, ezel kadar eskinin yanında da ebed boyu yenilik belirtici bir ideolocya örgüsü bulamıyor ve “Nur Risalesi”ni -5 asırlık hasretimiz-, böyle bir dünya görüşüne misal kabul edemiyoruz.
(Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları, s.256)
Necip Fazıl: “Nurcular Taassub İçerisindedir”
Necip Fazıl, muhatab olduğu Nur şakirdlerine bakarak kendileri hakkında “sınır tanımayan bağnazlar” şeklindeki keskin hükmünü de vermekten geri durmaz:
Nurculuk- asla bir tarikat veya mezhep değildir: ve iddiaya göre ruhanî terbiye yönüyle zevkini şeriat ve hakikattan almış bir zâtın etrafındaki vecd ve bağlılık halkasından ibarettir. Bu halka içinde bazı fertlerin korkunç mübalâğaları ve üstatlarına bağlılıkta had tanımaz taassupları gözden kaçacak gibi değildir.
(Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları, s.256)
Necip Fazıl’a Göre Said Nursî
Necip Fazıl, sözkonusu kitabının ilgili bölümünün son satırlarında insaf ehli bir Müslüman olduğunu kanıtlamak suretiyle Said Nursî hakkındaki nihaî fikrini kaydeder:
Said Nursî Hazretleri, kesbi olmaktan ziyade vehbi bir ilim ve dehâ çapında bir zekâ ile nimetlendirilmiş içi vecd dolu bir insan ve nihai çapta gayesine sâdık bir mücahid olup, sürdüğü hayata nispetle bir hâl_ve ruhâni makam sahibi olması icap etse de, asıl kıymetinin tefekkürî ve ahlâki sahada aranması gereken halis bir müslüman ve örneklik bir mazlumdur.
Netice: Eğer İslâmî kemal mevzuunda;
Sığlığına sığ
Sığlığına derin
Derinliğine sığ
Derinliğine derin
diye 4 derece kabul edecek olursak bunlardan Said Nursî Hazretlerini hangi derecede gördüğümüz kendi kendisine belli; onu, çocukluğundan beri kafası zonklayan ve beyni kanayan bir tahkikçi ve bu tahkik vecdiyle mücadele meydanına atılıcı bir kahraman olarak da üst derecede gördüğümüz açıktır.
Onun, kendi sınıfı içinde bu üstün dereceye yükselmesi için ne zâhiri ilim, ne de bâtınî feyzde bir makam sahibi olması gerekirdi. Ona, 90 yıllık hayatı boyunca hep didinmiş, kendi içini törpülemiş ve Büyük Huzuru bulamamış bir insan sıfatiyle, aklı akılla yenen ıstırabı, bu ıstırabın sürüklediği mazlumluğu ve ulaştırdığı kahramanlığı, yeterdi ve yetti.
(Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları, s.256-257)”
Said Okur mevzusunu kısa geçiyorum, malumunuz ki nurcu kardeşler taassub sahibidirler adamı asarlar. Said nursiyi söyleme sebebim beni aklınca tenkid eden ahmağın sevdiği hoca her defasında risaleleri tavsiye ediyor.
Şimdi gelelim Kardavi meselesine. Katar krizinde hatırlarsınız ki kardavi mevzuunda tafsilatlı paylaşımlar yapmış idim. Resmi twitter hesabımdan (Kundun55 offical ?) İhsan Şenocak efendiye tenkit ve ağır eleştiride bulundum. İhsan hocayı samimi bulur, konuşmalarını dinler, fıkıh mevzusunda ki izahatları ve sohbetlerini dinler ve tavsiye ederdim. İhsan Efendi sadece kardavi mevzuunda değil, ihvanı müslimin mevzuunda da gördüğüm kadarıyla gafildir. Lafı uzatmadan, “Nato İmamı” lakablı müslüman düşmanı hain satılmış ve mezhepsiz karadavinin tfsilatına geçelim:
YUSUF EL KARDAVİ’NİN MEZHEPSİZLİĞİ ? – Murat Yazıcı
Yusuf el-Karadâvî: Nisbesi genellikle yanlış (Kardâvî tarzında) zikredilir. Doğrusu –Mısır’daki Karada kasabasına nisbetle– Karadâvî’dir. Eserlerinde herhangi bir mezhebi iltizam etmeme tavrıyla ön plandadır.
Kaynak: Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 19 Haziran 2004
Fakat beni rahatsız eden bir şey var Yusuf el-Karadavi’nin söylemleri içerisinde. Bu müslümanlar arası, müslümanlar içi bir meseledir. İslam’ı günümüz insanına anlatırken, yaşamaya çalışırken, tarih içerisinde oluşmuş ve bugüne kadar varlığını taşımış, devam ettirmiş İslam mezhepleriyle Yusuf el-Kardavi’nin bir derdi var. Bunu burada mutlaka dile getirmem lazım. Bu konuda gazetede de yazdım.
Bu konuda tavrı mı var?
Evet, yani herhangi bir mezheple bağımlı kalmak, herhangi bir mezhebin mukallidi olmak ki o buna, mezhep taassubu diyor, çağdaş bir müslüman için Yusuf el-Karadavi’nin onaylamadığı bir şey. Bir de şunu söylüyor: “Global bir köy haline gelen, çok küçülmüş olan bir dünyada artık mezheplerle bir yere varamayız. Mezhep taassubunu bırakacağız, İslam’ın kolaylaştırılmış hükümleri nerde varsa onu alacağız.” Hatta daha ileri giderek şunu da söylüyor: “Kur’an ve sünnet aslında bu dini kolaylaştırdığı halde fıkıh zorlaştırmıştır. Fuzûli, gereksiz birtakım hassasiyetlerle birtakım yükler getirmiştir. Şimdi bu yükleri atıp bu fıkhı, bu dini kolaylaştırmamız lazım.”
Kaynak: Ebubekir Sifil İle Mülakat–2: Güncellenmiş Bir Ehl-i Sünnet Kelamına İhtiyaç Var, İlkadım – Eylül-2005
Yeri gelmişken el-Karadavi’nin, İbn Teymiyye’ye ittibaen Cehennem’in kâfir ve müşrikler için de ebedi olmadığı görüşünü benimsediğini bir not olarak eklemiş olalım.
Kaynak: Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 13 Haziran 2005
YUSUF KARDAVİ VE HRİSTİYANLAR
Yusuf el-Kardâvî98, ‘Îmân edenlere düşmanlık cihetiyle insanların en şiddetlisi (olarak), elbette yahudileri ve (Allâh’a) ortak koşanları bulacaksın! Îmân edenlere sevgi cihetiyle onların en yakını (olarak) da, elbette ‘Doğrusu biz hristiyanız!’ diyenleri bulacaksın!..’ âyeti ile ilgili olarak ‘Burada hristiyanların özel bir mevkileri vardır. Kur’an onları Müslümanların kalplerine yakın bir yere yerleştirmiştir.’ demiştir. Âyetin kapsamı nedir?
Bu âyetler Habeşistan Kralı Necaşi ve yakın arkadaşlarıve ona tabi olanlar hakkında nazil olmuştur. Rivâyete göre Hz. Câfer (r.a.) ve arkadaşları Necaşi’nin huzurunda Meryem sûresini ve 9. âyete kadar Tâhâ sûresini okumuş, Necâşi ve adamlarının gözleri yaşarmıştır.
Daha sonra Necaşi Medine’de Resûlullâh (s.a.v.)’e yetmiş kişilik bir heyet göndermiştir. Resûlullâh (s.a.v.) de bunlara Yâsinsûresini okumuşlardır. Aynı şekilde heyettekiler de ağlayarak îmân etmişlerdir. Bu âyetler bu topluluk hakkındadır.100 İbn Abbas, Said b. Cübeyr, Katâde, Ata ve Süddi (r.a.e.)’den bu tefsir nakledilmiştir.101
Kurtubi’nin naklettiğine göre de bu topluluk Kur’an’ı işittiklerinde ağladılar, îmân ettiler ve şöyle dediler: Bu Îsâ (a.s.)’a inenlere ne kadar çok benzemektedir. Bunun üzerine (soruda geçen) Mâidesûresi 82. Âyetnâzil olmuştur.102 ve bu topluluk ölünceye kadar da İslâm üzere kalırlar.103
Bu âyetler gerçekte teslise inananlar için geçerli değildir104 ve bu gün İslâm’ın en katı düşmanı olan büyük Hıristiyan yığınları kapsamadığı açıktır.105 Ayrıca âyettebeyân edilen yakınlık, Yahûdilere kıyasladır. Nitekim Hristiyanlıktan İslam’a geçenler daha çoktur.106
Dipnotlar
98 Yusuf el-Kardâvi, İslam’da Helal ve Haram s. 353, Hilal Yayınevi 5. baskı
99 Süyuti, III,
100 Zemahşerl, I, 655
101 Fahruddin er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefatihu’l-Gayb, IX, 184- 186.
102 Kurtubi, Câmiü’l Ahkâm, VI, 256.
103 Taberi, Camiu’l-Beyan VII, 6
104 Zemahşeri, I, 656.
105 Karafi, s. 40-44
106 Râzi, IX, 185
YUSUF KARDAVİ VE MEZHEPLER
Yusuf el-Kardâvi:186 ‘Global bir köy hâline gelen, çok küçülmüş olan bir dünyada artık, mezheblerle bir yere varamayız. Mezheb taassubunu bırakacağız, İslâm’ın kolaylaştırılmış hükümleri nerde varsa onu alacağız.’ ‘Kur’ân ve sünnet, aslında bu dîni kolaylaştırdığı hâlde fıkıh zorlaştırmıştır. Fuzûli, gereksiz birtakım hassasiyetlerle birtakım yükler getirmiştir. Şimdi bu yükleri atıp bu fıkhı, bu dîni kolaylaştırmamız lâzım.’187
Bu görüşlere verilecek cevaplar nelerdir?
Belli bir mezhebin sistematiğinin dışına çıkarak her mezhebin kolay taraflarını almanın (telfîk), âlimlerin ittifakıyla haram olduğunu belirtmiştik. “Hakk’tasebât”ın adına, “taassub” denilmesi yanlış bir nitelemedir. Temiz bir su kaynağı bulup orada ikamet eden ve bu kaynaktan devamlı istifade eden, başkalarını da istifadeye çağıran kimseye “Taassubu bırak, git başka yerlerde su ara” diyerek kaynağı belli olmayan çamurlu, hatta zehirli sular tavsiye etmek ne kadar akıllıcadır?
Fıkhın; Kur’an ve sünnetin açıklamasından ibaret olduğunu, Kur’ân ve Sünneti anlamayı zorlaştırmadığını, aksine kolaylaştırdığını, bu sebeple 1400 yıldır Müslümanların dört mezheb fıkhından istifade ettiklerini önceki sorularda izah etmiştik.
“Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra peygambere muhalefet eder, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse; onu döndüğü o yolda bırakırız. (Fakat ahirette) kendisini cehenneme koyarız. O, ne kötü bir yerdir!” (Nîsâ s. 115)
Yusuf Kardâvi mezhepler konusunda şöyle der: “Taklid, aklın çalışmasını durdurur, iptal eder. Ben kendimi herhangi bir mezhebe bağlamayı uygun bulmadım (ben de ictihad ettim). Çünkü bir mezhep hakikatin ve doğrunun bütününü kapsamaz. Yalnız bir mezhebin esiri olmak veya belirli bir fıkıhcının fikrinde boyun eğmek, düşünmek ve tercih duygularına sahip Müslüman bir ilim adamına yakışmaz. Senedi zayıf ve hücceti çürük olanı reddetmelidir.”192 Bu sözler karşısında günümüzde müçtehidlik (Kur’an ve sünnetten hüküm çıkarmak) iddiasında bulunmak ne derece tutarlıdır?
Bugün akıl ve dîn yolunda, aklî dengesi bozuk olmayan, ben müctehidim diyemez. Mutlak müctehidlik iddia edenin (Kur’ân âyetleri ve hadîs-i şerîflerden doğrudan hüküm çıkarabileceğini söyleyenin); işinde şaşkın, düşüncesinde bozuk olduğu açıktır. Böyle olan kimse, gözleri görmez bir devenin sırtına binmiştir. Ve deve her yere çatıyor, her önüne geleni tekmeliyor.
İbn-i Hâcer der ki, bir kimse mutlak müctehidlik mertebesini tasavvur edebilse, onu, zamanımızın (hicri 9. asır) insanlarından birine nisbet etmeye Allâhü Te‘âlâ’dan hayâ eder. Şafii Mezhebi’nin büyük âlimlerinden olan İmâm-ı Rafii (vefatı m.1227), Envar kitabında (Âlimler bugün müctehid bulunmadığına icma etmişlerdir.) buyuruyor. Bunlara bakınca âlimlerin, mezhebde müctehid kalmadığına ittifak ettiklerini görür. Nerde kaldı ki mutlak müctehid bulunsun…
Fahreddin Razî, İmâm-ı Rafii ve Nevevî bildiriyorlar ki: “Bugün insanlar müctehid bulunmadığına dair söz birliği halindedirler.”193
İmâm-ı Gazâli, İmâm-ı Suyuti, İmâm-ı Şa’râni, Fahreddin-i Râzi, İmâm-ı Nevevî gibi asırlardır Müslümanların arkasında gittiği âlimler; her biri yüzlerce eser bırakıp İslâmî ilimlerdeki yetkinliklerini, Kur’an ve sünnete vukûfiyetlerini ispatlamış olmalarına rağmen, mezheblerin dışına çıkmamışlar, dört mezhebin yayılmasına gayret etmişlerdir. Bu şekilde sayabileceğimiz nice âlimler bile müctehidliği iddia etmemişken, “Cahil, cesur olur.” sözünden de anlaşılacağı üzere çağımızda bu tür cesurlara rastlamak mümkündür. Çağımızda insanlar inanç, amel ve bütün konularda şer-i şerîfe uygun yaşayabilmek için selefe, onların icmâına yâni bir mezhebe uymak zorundadırlar.194
Dipnotlar
186 Mısırlı yazar. Herhangi bir mezhebe bağlı olmadığını bizzat ifade etmektedir. Onun fetvalarında, modern çağın Müslüman ferde dayattığı her sorun, ama şöyle ama böyle; fakat çoğunlukla meşrulaştırılarak çözümlenmektedir. Sözgelimi üniversiteye alınmayan başörtülü kızların başlarını açabileceği yönündeki fetvası, bunun en son ve çarpıcı örneğidir.
(el-Karadâvî’nin bu son fetvası, açılış toplantısında kendisiyle yaptığımız söyleşi sırasında bizzat kendi ağzından duyulmuş ve söyleşi içinde kayda alınmıştır.)
Kaynak: Talha Hakan Alp, Dâru’l-Hikme web sayfası: http://www.darulhikme.org/makale/tha08.htm)
187 EbûbekirSifil ile Mülakat, İlk Adım Mecmuası, Eylül 2005
192 Yusuf Kardâvi, İslam’da Helal ve Haram, s.15 Hilal Y. 5.baskı
193 Yusuf bin İsmail en-Nebhanî, Huccet-ullahialelalemin
194 Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akâidi, s. 172
YÛSUF EL-KARADAVÎ’NİN ÇAĞDAŞ FETVÂLARI – Hüseyin Avni
Zamanımızın -cüceliklerine rağmen- kendilerini dev aynasında gören, tatbîki (pratik) hayatlarındaki yamuklukları iç dünyalarına akseden çağdaş Müslüman Luther’leri hemen hemen her sahada olduğu gibi (çalgı, şarkı-türkü) sahasında da İslâm’ın hükümlerini tahrîf etmenin ağır vebâlini taşımaktadırlar. Luther’in Hristiyanlıktaki reformu bir cihetle tecdîd sayılmakla mes’eleyi olumsuzdan olumluya yaklaştırmış olmasına rağmen bizim Luther’lerinki tam aksine her cihetle tağyîr ve tebdîl olmakla menfiliğe/olumsuzluğa kaymaktan başka bir keyfiyyet/nicelik arz etmemektedirler.
Kısacası bizim Luther’lerimiz tek kelimeyle sefiller!.. Bir yanda aşağılık hislerini tatmîn etmeye çabalarlarken, diğer yanda hem İslâm’ın kalesinde gedikler açmanın gafletinin, belki de hiyânetinin, hem de muhâtablarına maskara olmanın hazîn tablosunu sergilemektedirler. Bu Luther’lerin sürüsüne, şimdilerde bir takım, hoca, mürşid ve üstad1 yaftalı kişilerin de katılmış olması, işi içinden daha da çıkılmaz hâle sokmuştur. Uydum kalabalığa2 ta’bîriyle ifâde edebileceğimiz bir davar mantığıyla, ilimsiz ve irfânsız ahkâm kesmenin fecâati, ilmî tahrîfâtın felâketi yanında bir hiç mesâbesindedir.
Unutmamalı ki, zamanın zurnacı hocaefendilerinin ve mürşidlerinin fâsid, hatta bâtıl zannlarıyla Makyavelistlikten çok ileri olan maslahatçılıkları ve vehimleri, hiçbir şekilde Şer’î hakîkatleri değiştirmeye yetmez.
Ellerine maslahat maymuncuğunu alarak, hedefleri adına her bir mel’anet kapısını açmaya kalkışan bu çilingirlere karşı her basîretli Mü’minin uyanık davranması elzem olan şeylerdendir. Onları İslâmî edeb ölçüleri içerisinde îkâz etmeli, ısrâr etmeleri hâlinde de ellerindeki maymuncukları alıp çöpe fırlatmalıdır.
Bu yazımızda; Yûsuf el-Karadavî’nin, saçmalar galerisi olan Çağdaş Fetvâları’nın(!) ikinci cildindeki, ilim sefâleti bir fetvâsını, günümüzde İslâm adına
1 Hakîkîlerinin ayaklarının tozu olmayı şeref kabûl ederiz.
2 Sevâd-ı A’zam ma’nâsında değil de, mutlak çoğunluğu kasdediyoruz.kesip biçenlerin seviyesini göstermesi düşüncesiyle ele alıp, kısmî bir tahlîle tâbi tutacağız: Ğına ve mûsıkî hakkında İslâm’ın hükmü nedir?3 başlığı altında sergilenen fetvâ kılıklı muğâlatayı inceleyeceğiz. İşine gelmeyen yerlerde mutlak müctehidleri hiçbir şekilde hesâba katmayan, hatta âmiyâne bir ta’bîrle -bağışlayın- sollayabilen bu şahsın, hevâsına uyan yerlerde ise her türlü kişi ve görüşleri kalkan yapabilecek seviyede olduğunu ileride beraberce göreceğiz. Hevâsı doğrultusunda hüccet ve bürhân seviyesindeki delîlleri, zann, hatta şübhe, hatta ve hatta vehim derekesine düşürürken, yer yer zannları, yer yer şübheleri, yer yer de vehimleri hüccet ve bürhân seviyesinde göstermeye çalıştığına hep beraber şâhid olacağız. Çağdaşlığın tabii bir gereği olan bu tavır elbette samîmî mü’minlerden çok uzak…
Biz önce O’nun “fetvâ”sını tahlîle başlayalım… Ondan sonra da -inşâellâh- âlimlerin dediklerini aktaracağız…
Karadavî:
‘Ğınâ ve mûsıkînin bir kısmı ittifakla harâm, bir kısmı ittifakla mübâh, bir kısmı da tartışmalıdır.
Cevâb:
Bir: Bu taksîm doğru değildir. Doğrusu, sadece ğınânın böyle bir taksîme tâbi tutulduğudur. Mûsıkî ise farklı bir şeydir. Karadavî burada meseleyi karıştırmıştır.
İki: Selef âlimlerinin bu ğınâ’yı üçe taksîmleri içinde mütalaa ettikleri şeylerle Karadavî’ninkiler farklıdır.
Üç: Yazısının bütününden de anlaşılacağı üzere kendince asıl iki kategori esâstır.
Dört: Zîrâ O, İttifakla harâm olan ğınânın bir kısmını ihtilâflı sınıfa, ihtilâflı olanların bir kısmını da ittifakla mübâh sınıfına sokmuştur.
Beş: Ğınâyı sadece söz olarak değerlendirmiştir ki, bu, ya cehâlet, yâhud hıyânet eseri bir aldatmacadır.
3 İslâm’ın değil de kendi hükmüm deseydi neyse.
Ğına ve Müzik
Hakkında İslam’ın Hükmü
Zîrâ şiir de öyledir. ‘Şiir söz rütbesindedir.’ 4 Yasak unsurlar ihtivâ etmeyen şiire i’tirâz edilmemiştir. Oysa ğınâ tamamen ayrıdır. O hem söz hem de terennüm ve nağmedir.
Altı: Şevkânî’nin ifâde ettiği gibi cumhûrun harâm dediği ğınâ çeşitini O, yüksek ictihâdlarıyla mübâh sınıfına sokmaktadır.
Karadavî:
Mevzuun ehemmiyetinden dolayı bu husûsta tafsîlat vermeyi ve mes’elenin ihtilâflı yanlarını aydınlatmayı gerekli gördüm. Böylelikle helâl ve harâm Müslümanlarca ortaya çıkacaktır. Parlak delîle dayanacağım, herhangi bir kimsenin kavlini taklîd etmeyeceğim [ictihâd edeceğim (!)], böylelikle mes’elede delîl, dînde de basîret üzere olunacaktır.
Cevâb:
Bir: Devr-i saadet’ten günümüze dek var olan, bulunan mes’elelerde helâller ve harâmlar müctehid imâmlar tarafından yeterince açıklanmıştır. Karadavî’nin açıklamaya kalkması Amerika’yı yüzerek yeniden keşfetmeye kalkması demektir. Ğınâ mes’elesi yeni bir şey değildir. Geçmiş müctehidler bilemediler, hattâ yanlış bildiler ama Karadavî bildi; öyle mi?(!) Kargaları bile güldürecek soytarılık!…
İki: Müctehid imâmlar devrinden sonra ortaya çıkan mes’eleler ise, naylon değil de gerçek müctehidleri beklemektedir.
Üç: Karadavî’nin beyânları, başkalarının taklîd edeceği şeylerse, bu husûsta sıra O’na hiç gelmez. Değil de, -kendi ifâdesiyle- ittibâ’ maksadıyla ise, delîlleri anlayabilecek kimselerin O’na ihtiyâcı olmaz. O’nun iddiâlarına delîl diye ileri sürdüğü şübheleri onun gibi yanlış anlayan, delîle ittiba eden (uyan) değil, delîlden yanlış anladığında, Karadavî’yi taklîd eden olmuş olur.
Ancak, bu körü körüne taklîd’e ittibâ’ ismi verilmiş olur ki bu, taklîdi taklîd olmaktan çıkarmaz. Aksine bu, en berbat bir taklîd olur: Taklîd olduğu bilinmeyen taklîd. Taklîdin taklîd olduğu bilinerek yapılması delîle ittibâ’ kılıfıyla yapılan taklîdden birçok mertebe haysiyyetlidir.
Kısacası, zamâne câhilleri, delîllere uymak ile delîllerinden çıkardıkları yanlış şeylere uymayı, ya karıştırıyorlar, anlayamıyorlar, veya kasden delîle uymak ismi altında avâmı kendi hezeyanlarının mukallidi yapmaya çalışıyorlar. İkisi de kötü ise de akıllılar yanında ikincisi daha kötüdür…
Karadavî: İslâm âlimleri, eşyâda aslolanın mübâhlık olduğunu söylemişlerdir. Çünki Allah celle celâlühû, ‘Allah’dır yeryüzündekilerin tamamını sizin içün yaratan’5 buyurmuştur. Allah celle celâlühû’nun Kitâbı’ndan veya Resûlü sallellâhu aleyhi ve sellem’in Sünnet’inden açık ve sahîh nass veya kesin sâbit bir icmâ’ ile (bir şey) harâm kabûl edilir. Bu yüzden, ne bir nass ve de icmâ’ olmadan veya açık (fakat) sahîh olmayan veya sahîh (ama) açık olmayan bir delîl varsa, herhangi bir şeyin harâmlığını gösteriyorsa, bu onun helâl olmasına (olumsuz) te’sîr etmez. Geniş af dâiresinde kalır. Allah teâlâ ‘Size harâm ettiklerini şübhesiz size tafsîl etti. Ancak mecbûr kaldığınız şey müstesnâ’ 6 buyuruyor.
4 [Buhârî, el-Edebu’l-Müfred, Taberânî, el-Evsat, Ebû Ya’la], Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, hadîs hasendir (2/39)
5 Bakara:29
6 En’am: 119
Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurdu: ‘Allah celle celâlühû kitâbında neyi helâl ettiyse o helâldir, neyi de harâm ettiyse o harâmdır, neden sustuysa o afvedilmiştir. O hâlde Allah’dan onun âfiyetini kabûl ediniz. Zîrâ Allah hiçbir şeyi unutmamıştır. (Rabbin unutan da değildir.)’
Bu hadîsi Hâkim, Ebû’d-Derdâ’dan rivâyet etti ve sahîh olduğunu söyledi. Hadîsi Bezzâr da rivâyet etti.
Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem yine şöyle buyurdu: ‘Şübhe yok ki Allah farzları farz etti, onları zâyi’ etmeyiniz. Bir takım hadler çizdi, onları aşmayınız. Bir takım şeyler hakkında da sustu, onları araştırmayınız.’
Bu hadîsi Dârekutnî, Ebû Sa’lebe el-Huşenî’den rivâyet etti. Hâfız Ebû Bekr es-Sem’ânî, Emâli’sinde, Nevevî de el-Erbaîn’de bunun hasen olduğunu söyledi.
Cevâb:
Bir: İslâm âlimleri eşyâda aslolan mübâhlıktır dediler, sözü yanlış, yâhud kandırmacadır. Doğrusu, İslâm âlimlerinden bir kısmı bu görüştedir. Cumhûrun görüşü ise bu değildir. İslâm âlimlerinin sanki hepsi veya çoğu bu görüşteymiş gibi okuyucuyu aldatmak İslâm âlimine yakışmaz.
Eşyada Aslolan İbâha mıdır?
Bu mevzû’u kısa da olsa doğru bir biçimde tahlîl edelim:
İbnu Nüceym şöyle diyor: Eşyada asl olan, -bir delîl mübâh olmadığını göstermedikçe- mübâh olmak mıdır? Bu, Şâfiî’nin mezhebidir. Veya bir delîl mübâhlığı göstermedikçe, harâm olmak mıdır? Şâfiîler, bu görüşü Ebû Hanîfe rahmetullâhi aleyh’e dayandırmışlardır. El-Bedîu’l-Muhtâr’da şöyle denilmiştir: Seçilen görüş, Şerîat’tan önce amellerin hükümlerinin bulunmamasıdır…
El-Menâr’a, musannifi (İmâm Nesefî) tarafından yazılan şerhde şöyle denilmiştir: Eşya (varlıklar ve işler) bazı Hanefî âlimlere göre aslında mübâhlık üzeredir. Kerhî onlardandır. Bazı hadîs âlimleri eşyada asıl olanın yasaklık olduğunu söylemişlerdir. Ashâbımız (Hanefî âlimleri) onlarda (eşyada) asıl olanın tevakkuf (delîlini bulana kadar bir hüküm vermeyip beklemek) olduğunu söylemişlerdir. Bunun ma’nâsı şu demektir: Eşyanın mutlaka bir hükmü vardır. Ancak biz onu aklımızla bilemeyiz. (Nesefî’nin Dediği Bitti)
Hidâye’nin İhdâd faslında, Mübâhlığın asıl olduğu ifâdesi vardır. (Hidâyenin Sözü Bitti.)
Bu anlaşmazlığın eseri, âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkında bır şey söylenmeyen husûslarda ortaya çıkar. Hâli müşkil/problemli olan meseleler bu kâide üzerine oturur. Bu müşkil mes’elelerden biri de işi müşkil olan hayvandır. (İbnu Nüceym’in Sözü Bitti.) 7
Hamevî de, el-Eşbâh Hâşiyesi’nde kısaca şöyle dedi: Kasim İbnu Kutlubuğâ bazı ta’liklerinde,8 şöyle söyledi: Seçilen görüş, Ashâbımızın cumhûru katında asıl olanın mübâhlık olduğudur. Fahru’l-İslâm bu mübâhlığı peyğamber bulunmadığı zamanla sınırlı tutmuştur…9
Kişinin kendine veya başkalarına zararlı olduğu husûslar tartışma sahasının dışındadır.10
Taftâzânî de, et-Telvîh’de, eşyada asıl olanın mübâhlık olacağını söylemiştir.11
Abdü’l-Hayy el-Leknevî, deryâlaşmış olmakla vasfettiği Es’ad12 er-Rûmî’nin nefis bir eser diyerek övdüğü Mecâlisü’l-Ebrâr isimli kitâbından şu naklî yapıyor: Hakk olan, eşyâda, peyğamberlik gelmeden önce bir hükmün bulunmamasıdır. Peyğamberlikten sonra da, âlimler bu husûsta üç ayrı görüş üzre ihtilâf etmişlerdir: Birincisi, Şerîat delîli mübâhlığını göstermedikçe harâm olduğu, ikincisi, Şerîat delîli harâmlığını göstermedikçe mübâhlıkla sıfatlanacağı, üçüncüsü ve doğru olanı da bu husûsta, tafsîlin olduğudur/işin ayrılmasının lâzım geldiğidir: O da, zararlı şeylerin harâmlıkla, -ki, bunun ma’nâsı, asıl olanın kendinde harâmlık olduğudur- faydalı (veya zararsız) olanların da mübâhlıkla sıfatlanacağıdır.13
Âlimlerin bu husûstaki ifâde tarzları birçok farklı tercîhleri ihtivâ ediyorsa da nakilleri artırarak mes’eleyi uzatmak istemiyor, bir nakil ile sözü bitirmek istiyoruz; İ’lâu’s-Sünen sâhibi Allâme Zafer Ahmed el-‘Usmânî et-Tânevî şöyle dedi: Âlimler bu husûsta üç görüş üzere ihtilâf etmişlerdir. Birincisi, mübâhlık delîli gelmedikçe her şey yasaklık üzeredir. Bu, Şâfiîlerin çoğunun mezhebidir. İkincisi, yasaklık delîli gelmedilçe her şey mübâhlık üzeredir. Kerhî, Ebû Bekr er-Râzî, Hanefî ve Şâfiî fakîhlerinden bir tâifenin ve Mu’tezile’nin çoğunun mezhebidir. Et-Tefsîru’l-Ahmedî(isimli ahkâm tefsîrin)de ve Müsellemü’s-Sübût(isimli Usûl-i Fıkıh kitâbların)da böyle denmiştir. Üçüncüsü, kendisinde hangi hükmü gerektireceğine dâir delîl gelmedikçe eşyânın hiçbir hükmü yoktur. (Bu da, Eş’arî ve Ona tâbi olanların görüşüdür. Tânevî) İbnu’l-Arabî el-Mâlikî’nin Ahkâmu’l-Kur’ân’ında böyle yazılıdır.14 Yani, bazı eşyâda asıl olan harâm, kimisinde de mübâhlık… Âlimlerin anlaşmazlığı her husûsta değil bazı maddelerdedir… Bizce en isâbetli kanaat da -Allahu a’lem- budur.
7 İbnu Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir (1/223-225) Hamevî Hâşiyesi ile beraber.
8 Yer yer şerh ve hâşiyelerin hattâ bazen de şunların metinlerinin üzerine yazılan açıklamalar.
9 Hamevî, aynı yer.
10 Hamevî aynı yer.
11 Et-Telvîh: 2/39
12 Veya Sa’d, yahud Ahmed er-Rûmî. Kadızâdelerden.
13 Leknevî, Tervîhu’l-Cinân Bi Teşrîhi Hukmi Şurbi’d-Dühân isimli risâle:17 (Mecmûu Resâili’l-Leknevî:2/267)
14 Ahkâmu’l-Kur’ân (1/14-16)
İbnu Nüceym’in âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkında bir şey söylenmeyen husûslar sözünü iyi anlamak îcâb eder. Aksi hâlde mühim yanlış anlamalar olur, hatâlar yapılır ve hakîkatler ters yüz edilir.
Hâfız Muhaddis İbn-i Receb el-Hanbelî, şöyle diyor: Bilinmesi lâzım gelen husûslardan biri de şudur: Bir şeyin harâmlık ve helâllik ile anılması Kitâb ve Sünnet’in nasslarından anlaşılması bazen gizli kalabilir. Zîrâ, nassların ma’nâları göstermesi, kimi zaman nass ve tasrîh (açıkça ifâde etmek) yoluyla, kimi zaman, umûm ve şümûl yoluyla, bazen fehvâ ve tenbîh yoluyla olur. (Bu fehvâ yoluyla olması) O ikisine (anaya ve babaya) öf bile demeyin âyetinde olduğu gibidir. Zîrâ, öf demekten daha büyük olan incitme çeşitlerinin bu yasaklamaya girmesi evlâ yolla olur ve buna mefhûm-i muvâfakat denir. (Nassın harâmlık ve helâlliğe) delâleti bazen mefhûm-i muhâlefet15 yoluyla olur… Âlimlerin çoğu bunu (mefhûm-i muhâlefeti) almışlar ve hüccet olarak kabûl etmişlerdir. (Nassın harâmlık ve helâlliğe delâleti) bazen da kıyâs bâbından olur. Şâri’ (Allah celle celâlühû veya Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem) ma’nâlardan bir ma’nâdan dolayı bir şeyde bir hükmü anlatır ve o ma’nâ bir başka şeyde de bulunur. O takdîrde şu hüküm âlimlerin çoğuna göre, o ma’nânın bulunduğu her şeye geçer. Bu, Allah celle celâlühû’nün indirdiği ve i’tibâr edilmesini emrettiği adâlet ve terâzî bâbından olur. Bütün bunlar, nassların kendisiyle harâmlık ve helâlliği göstermesi bilinecek şeylerdendir. Hakkında bunların hiç birisi bulunmayan husûslara gelince… Orada (şu husûslarda Kur’ân ve Sünnet’te) vâciblik ve harâmlık zikredilmemekle, onların afvedilmiş (serbet sâha) olduğuna delîl getirilir.]16 (Nakil Bitti.)
Hâsılı, mes’ele munâkaşalıdır ve Karadavî’nin seçip İslâm ulemâsının tamâmına mâlettiği görüş ekalliyetin/azınlığın görüşüdür.
15 Mefhûm-i Muhâlefet: Kelâmdan iltizâm yoluyla anlaşılan şeydir/ma’nâdır. Denilmiştir ki, hükmün meskûtta/sözü edilmeyen, susulan şeyde, mantûkun/sözü edilenin zıddına isbât edilmesidir, var olduğunun söylenmesidir. (Seyyid Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât)
16 İbnu Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem (2/164-165)
İki: İddiâsına delîl getirdiği birinci Ebu’d-Derdâ hadîsi (zâhirine bakarsak ve te’vîl etmezsek) kendisini çürütmektedir. Çünki;
-Hadîsin zâhirinden, Sünnet ile harâm veya helâlin sâbit olamayacağı anlaşılıyor. Oysa o, sahîh ve sarîh sünnetle de helâl ve harâmın, sâbit olabileceğini söylemiştir; husûsan ğınânın Sünnet ile helâl olduğu iddiâsındadır.
-Hadîs, eşyânın bazısında harâmlık, bazısında helâllik, bazısında da (susulanlarda) mübâhlık olduğunu gösteriyor. Hâlbuki o, hakkında sarîh, sahîh harâm delîli olmadıkça eşyânın mübâhlığını iddiâ ediyordu.
Üç: İddiâsının ikinci hadîs delîli; Ebû Salebe hadîsi hakkında iki hadîs imâmının hasenliğe dâir ictihâdlarıyla yetinirken, muhâtablarının sahîh hadîslerini çürüğe çıkarmanın gayretini gösteriyor.
Dört: Hakkında bir şey söylenmeyen şeylerin araştırılmasının yasaklanmasının Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem zamanına âid olduğunu, zîrâ onların kurcalanmasının işi zorlaştırma ihtimâlinin olduğu hiç hesâba katmıyor.17
Beş: Eşyâdaki hükmün harâmlığının sadece harâm sözüyle değil, o ma’nâyı anlatacak başka şekillerle dahi ifâde edilebileceğini de görmezlikten geliyor galiba.18
Altı: Bir şeyin helâlliği, yâhud harâmlığının zikredilmesi, bazen Kitâb ve Sünnet’in nasslarından anlaşılması, gizili kalan şeylerden olabilir. Zîrâ nassların delâleti bazen nass ve tasrîh yoluyla, bazen umûm ve şümûl yoluyla, bazen fehva ve tenbîh, bazen (kimi fakıhlerce) mefhûm-i muhâlefet, bazen de kıyâs yoluyla olur. susulan (meskûtun anh) nedir, ne değildir, onun bilinmesi de câhillerin işi değildir, elbette!..19
Yedi: ‘Helâller açıktır, harâmlar açıktır, aralarında da karışık şeyler vardır…’ hadîsini nasıl anlayacağız? Helâller ve harâmların arasındaki karışık olan insanlardan birçoğunun, (hükmünü) bilmediği şeyler nelerdir? Bu hadîsi İbnu Receb el-Hanbelî, el-Erbaîn şerhinde çok geniş ve çok güzel açıklar.
Demek ki, herkesin göremediği mes’ele, yok demek değildir ve her zaman meskûtun anh 20 manasına gelmez.
Karadavî:
Ğınâyı harâm kabûl edenler, İbnu Mes’ûd ve İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ ve tâbiûndan bir kısım kimselerin ‘insanlardan bazıları lehvu’l-hadîsi satın alırlar’21 âyetini ğınâyı harâm kabûl etmelerine hüccet olarak ileri sürdüler ve ‘lehvu’l-hadîs’i ‘Ğınâ’ ile tefsîr ettiler.
17 Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, (30. hadîs şerhi)
18 Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, (2/158-163)
19 İbnu Receb, Câmiu’l-Ulûm, ve’l-Hikem, (2/164-165)
20 Meskûtun anhu: Hakkında susulan, hüküm bildirilmeyen.
21 Lükman: 6
İbnu Hazm şöyle dedi:
-Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’in dışındaki hiç kimsede hüccet yoktur.
-Onlara, Sahâbe ve Tâbiûndan başkaları muhâ-lefet etti,
-Âyetin ibâresi onu delîl göstermelerini iptal etmektedir.
Cevâb:
Bir: Karadavî İbnu Hazm’ın bu mes’eledeki bâtıl görüşünü, -hevâsına uyduğu içün- körü körüne taklîd etmektedir. Böylece sahîh yollarla gelen Sahâbe ictihâdını reddediyor.
İki: Karadavî’nin, yukarıda hulâsa olarak aktar-dığımız ifâdelerinin Arabçasında ‘İbnu Mes’ûd ve İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ’dan rivayet edilen’ şeklinde bir ibâre var ki bu, rivâyetin zayıf olduğunu ifâde eder. Böyle bir tavır ilim hâinliğidir. Bu husûstaki sahîh rivâyetleri ve kaynakları vermemenin yanında zayıflık zannı uyandıracak ifâdeleri kullanmak ilim ehline yakışmazsa da Karadavî’ye doğrusu çok değildir.
Üç: Efendimiz sallellâhu aleyhi ve sellem’in ‘Allah’ım!.. O’nu dînde fakıh yap ve O’na Kur’ân’ın te’vîlini öğret’ diye duâ ettiği22 İbnu Abbâs radı-yellâhu anhumâ’nın, Sahâbe radıyellâhu anhum’un önde gelen müctehidlerinden olan ve Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem efendimiz’in “Ben İbnu Ümmi Abd’ın (İbnu Mes’ûd’un) Ümmet’im içün râzı olduğuna râzı oldum”23 buyurduğu İbnu Mes’ûd radıyellâhu anhu’nun âyetten anladığı hüccet olamıyor(!) Bizzât İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ tarafından rivâyet edilen “Kim Kur’an hakkında kendi görüşüne göre konuşursa şubhesiz hatâ etmiştir”24 ve “Kim Kur’ân hakkında ilimsiz konuşursa cehennemdeki yerini hazırlasın”25 meâlindeki nebevî sözlere ve tehdîtlere rağmen, O âyeti -hâşâ- bu rivâyetleri kaale almayacak, gelişi güzel tefsîr edecek ve bu tefsîr makbûl olmayacak!… Ama, İbnu Hazm’ın saçması mesned olacak?!.. Karadavî de “ma’sûm olmayan” Sahâbîlerin tefsîrini reddedecek ama ma’sûm olan İbnu Hazm’ın telbîsini ma’sûm olduğu içün(!) benimseyecek!.. Çok garîb değil mi?!.. Bid’at ehli işte böyle ölçüsüz davranır.
22 Ahmed (1/266,314,328,335), Taberânî, el-Kebîr (10/238, H:10587), Hâkim (3/534) Hâkim, “isnâdı sahîhdir” dedi; Zehebî de O’nu tasdîk etti.
23 Hâkim (3/317,318) Hâkim, “Bu, Buhârî ve Müslim’in şartına göre sahîhdir”dedi ve Zehebî O’nu tasdîk etti.
Hadîs başka birçoklarınca mürsel olarak da rivâyet edilmiştir.
24 Ebû Dâvûd (3652), Tirmizî (2952), Nesâî, el-Kübrâ (5/31, H:8086), Taberânî, el-Kebîr (2/163, 1672), Ebû Ya’lâ (3/90, H:1520)Tirmizî, “Bu hadîs hasen-sahîhdir” dedi.
25 Ahmed (1/233,269), İbnu Ebî Şeybe (30725), Tirmizî (2950), Nesâî, el-Kübrâ (8085)
Üstelik Sahâbenin, husûsan bu iki büyük kimsenin bir âyeti kafasına göre tefsîr edebileceğine inanabilen ya bunak veya hâin olabilir. Hâlbuki bilenler bilirler ki, Sahâbe’nin mutlak manada tefsîri Hâkim ve birçoklarına göre, ictihâdla bilinemeyecek tefsîrleri ise ittifakla merfû’ (Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’den işitilmiş) kabûl edilir.26 Buradaki tefsîrin ise ictihâdla bilinemeyecekler cinsinden olduğu kör olmayanların görebileceği kadar açık, dolayısıyla merfû’dur.
26 Hâkim, Kitâbu Ma’rifeti Ulûmi’l-Hadîs (20) Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,1397
Dört: Bu husûsta (âyetin bu şekilde tefsîr edil-mesinde) onlara sahîh ve sarîh ifâdelerle muhâlif olan hangi Sahâbî sözleri var? Âyetin şümûlü noktasında getirilen diğer ma’nâlarda ihtilâf değil, ilâve beyân vardır. Tefsîr usûlünde de açıklandığı üzere aynı istikâmette olup zıt olmayan, lafzın şümûlünde bulunan değişik ma’nâların hepsinin birden murâd edilmiş olabileceği ihtimâl dâhilindedir.
Beş: İbnu Hazm, Sahâbe’den şiir ve ilâhî nev’inden olarak gelen şeylere yasak ğınâyı kıyâs ediyor ve ‘onlara Sahâbe’den muhâlifler var’ diyor. Oysa ulemânın sahîh kıyâsını şeytânın bâtıl kıyâsına kıyâslamakla kendini (kıyâsın en berbâtını yapmakla) şeytana benzeten İbnu Hazm burada da kötü tökezliyor. Karadavî de peşinden gidiyor.
Altı: Ayrıca Gazâlî’nin (âletsiz) şiir ve ilâhî terennüm etmenin cevâzına dâir olan sözlerini, bu günün ma’lûm ğınâsı içün kullanmakla Karadavî tahrîfâta bulaşıyor, Ümmet’i kandırıyor.
Yedi: İbnu’l-Kayyım’ın ifâdesiyle ‘İbnu Hazm(ın) bu husûsdaki bâtılını takviye içün söylediği şeyler’ Karadavî’nin hevâsına münâsib düşüyor ve O’na pek de güzel geliyor.
Sekiz: Ğınayı harâm diyenlerin âyetten delîlleri sırf bununla sınırlı değil. Kalanları biz ileride delîller bölümünde -inşâallâh- etrâflı inceleyeceğiz.
Karadavî:
(Ğınayı harâm görenler şu hadîsi de delîl getirdiler): ‘Mü’minin işlediği her lehv -üçü müstesnâ- bâtıldır…’
Bunu Dört Sünen sâhibi (Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbnu Mâce) rivâyet etmişlerdir. Hadîsde ıztırâb vardır. Ğınâ bu üç tanenin dışındadır.
Ğınayı câiz görenler şöyle demektedirler:
-Bu hadîs zayıftır.
-Sahîh bile olsa, bunda, ğınânın harâmlığına dâir hiçbir delîl yoktur. Zîrâ bâtıldır sözü, harâmlığı değil, faydasızlığı gösterir. Çünki Ebu’d-Derdâ’dan şöyle bir söz gelmiştir: ‘Nefsimi bâtıl şeyle terk ederim, hakk içün ona daha güç katıcı olması içün’
-Üstelik üç şeyde sınırlandırmak yoktur. Zîrâ Mescid-i Nebî aleyhissalâtü vesselâm’da raks etmekte olan Habeşlilere bakarak eğlenmek bu üç şeyin dışındadır. Hâlbuki bu haber Sahîh(-i Buhârî)’de vardır.
Bahçelerde dert atmak, kuş seslerini dinlemek ve kişinin eğleneceği her türlü şakalaşmaların bâtıl sözüyle vasfedilmeleri mümkinse de, bunlardan hiçbiri kişiye harâm olmaz
Cevâb:
Bu sözlerde birçok câhillikler ve kandırmacalar var… Bir kaçı:
Bir: Burada verilen ِلُجَّرلا ُةَبَعَالَالُم ٌةَثَالَالَث َّالِا ٌلِطاَب َىِهَف ُنِمْؤُْملا ِهِب وُهْلَي ٍوْهَل ُّلُك{ }ِهِسْوَق ْنَع ُهُيْمَر َو ُهَسَرَف ُهُبيِدْاَت َو ُهَلْهَا
lafızlı hadîs söylendiği gibi Dört Sünen’de yoktur.
İki: Sözü edilen Dört Sünen’den bazılarında var olan lafızlarِلُجَّرلا ُبيِدْأَت ٌةَثَالَالَث َّالِإ ٌدوُمْحَم ِِوْهلَّلا َنِم َسْيَل ٌلِطاَب ٍوْهَل ُّلُك{ }ِهِلْبَنَو ِهِسْوَقِِب ُهُيْمَرَو ُهَلْهَأ ُهُتَبَعَالَالُمَو ُهَسَرَف
“Her bir lehv bâtıldır. Lehv’den hiçbir şey övülesi değildir. Ancak üçü müstesnâdır: Kişinin atını terbiye etmesi, âilesiyle oynaşması, yayı ve okuyla atış yapması.” 27ُهَبيِدْأَت ْوَأ ِهِسْوَقِب ُهَيْمَر َّاَّّاّلِإ ٌلِطاَب ُمِلْسُْملا ُلُجَّرلا ِهِب وُهْلَي اَم ُّلُك { } ُهَلْهَأ ُهَتَبَعَالَالُم ْوَأ ُهَسَرَف
“Müslümân bir kişinin her bir lehv ettiği şey bâtıldır. Ancak yayı ile atış yapması, yâhud atını terbiye
etmesi veya âilesi ile oynaşması.”28
Üç: Hadîslerde “ıztırâb”ın ne demek olduğu bilinseydi, “burada ıztırâb vardır” denilmezdi.
Dört: Acaba dediği gibi hadîs zayıf mıdir? Bu hadîsin mutlak ma’nâda zayıf olduğunu söylemek içün câhil olmak gerekir.
Zîrâ Hâkim el-Müstedrek’inde, Ebû Hureyre radı-yellâhu anhu’dan Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sel-lem’in şöyle buyurduğunu rivâyet etti: ‘Dünyanın lehvinden olan her şey bâtıldır, üç şey müstesnâ…’
27 Ahmed (4/144,4/146,4/148), Dârimî (2410), Ebû Dâvûd (2513), Tirmizî (1637), Nesâî (…), İbnu Mâce (2811) Tirmizî, “Bu hasen sahîhdir” dedi.
28 Ebû Dâvûd et-Tayâlısî (1006,1007), Ahmed (), Tirmizî (1637), İbnu Mâce (2811), Hâkim (), İsnâdı sahîhdir, dedi. Beyhakî (10/13), Ukbe İbnu Âmir radıyellâhu anhu’dan.
Hâkim bu hadîsin “Müslim’in şartına göre sahîh” olduğunu söyledi, el-Müstedrek muhtasarında da Zehebî ona i’tirâz etti ve râvîlerinden Süveyd’in metrûk olduğunu söyledi.
İbnu Ebî Hâtim de el-İlel’de sahîh rivâyetin mürsel olduğunu söyledi.29
Mürsel, cumhûra göre hüccettir.30
Kaldı ki, Sahîh mürsel, -zayıf da olsa- merfû’ bir rivâyetle te’yîd edildiğinde, icmâ’ ile hüccettir. Şu hâlde bir hadîsin bir isnâdla zayıflığı her cihetle zayıflığını îcâb ettirmez. Hulâsa, tarîklerinin çokluğu ve de sahîh mürsel rivâyetlerle hadîs delîl olarak kullanılmaya elverişli hâle gelir, sahîh, değilse bile en azından hasen olmuş olur.
Hâsılı hadîse, ale’l-ıtlak zayıftır demek, ya cehâlet, yâhud hıyânet mahsûlü bir tavırdır. Hadîs kat’iyyen zayıf değildir.
Hele dipnotta da görüleceği gibi Tirmizî hadîse “sahîhdir” demiştir,
Beş: Umûm/genellik ifâdesiyle, ‘bunda (harâm-lığa dâir) hiçbir delîl yoktur’ demek, câhilliğe ilâve olarak edebsizliği ve terbiyesizliği de îcâb ettirir. Öyle ya, bunda delîl görenler hepten kör kaz mı? Üstelik bâtılın mahzûrlu ve zararlı şeyler içün isti’mâli hakîkat (çünki, İsrâ:82 ve diğer sem’î delîllerle Şeriat örfünde bâtıl mahzûrlu ma’nâda kullanılır. Bu noktada ise) faydasız şeyler içün isti’mâli mecâz nev’i bir şey iken31 bir de(iddiâlar lehine) tercîh sebebi yokken, aksine iddiâları aleyhine tercîh sebebi birçok sem’î ve aklî delîl varken, böyle bir kanaat sergilemek neyin mahsûlüdür, dersiniz. Hevâyı putlaştırmak mı, cehl-i mürekkeb içre olmak mı, her ikisi mi?
Hem, hani Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sel-lem’den başkasında hiçbir hüccet yoktu. Bunca âyet ve hadîsteki isti’mâller karşısında nasıl oluyor da (mecâz ihtimâli büyük, hattâ kat’î olan) bir Sahâbî sözü size delîl olabiliyor.
Altı: Evet, üç şeyde sınırlandırma yoktur; doğru. Lâkin bu, size delîl olmaz. Saydıklarınıza Şerîat örfünde bâtıl demek içün Efendimiz sallellâhu aleyhi ve sellem’e bâtıl ile meşgûl olmayı yakıştırabilmek içün ne olmak lâzım geldiğini söylemek dilime ağır geliyor.
Cumhûr katında eşyâda aslolan tevakkuf olduğuna göre, ğınânın mahzûrlu bâtıldan hâric ve mahzûrsuz bâtıldan olduğuna dâir zurnacıların delîl
29 Hidâye Tahrîci, Zeyleî, (4-274)
30 Ahkâmu’l-Kur’ân, Allâme Muhammed Şefî’ (3-188)den kısaltılarak.
31 Hakîkat-i örfiyye, mecâz-ı örfî bulmaları lâzım.
Yedi: Habeşlilerin mızrak oyunlarına bakıp eğ-lenmeleri de işinize yaramaz. Çünki harbi, cihâdı teşvîk eden bu oyunlar, kişinin atını eğitmesinden pek de aşağı değildir. Burada bâtıl unsur yoktur. Olsa bile hükmü kaldırılmıştır. Bu, mücerred bir ihtimâl değil, aksine diğer sem’î delîllerin ve ictihâdların takviye ettiği gâlib bir zanndır.
Sekiz: Allah celle celâlühû’nun mülkünü temâşâ, kuş ve başka hayvan seslerini dinlemek ve bazı şaka-laşmaların mübâhlığına -hatta müstehâblığına- dâir birçok delîl var. Bunları, zurnacılıkla ve müptezellikle karıştırmamak lâzım.
Dokuz: Böyle zayıf ihtimâller, ilim adamı mes’û-liyyeti ve ciddiyeti açısından hiçbir değer ifâde etmez. Hele, zıddına, sâbit ve -birçoğu- sarîh delîllerin ve ictihâdların bulunduğu bir mes’ele de hiç!..
On: Dolayısıyla hadîsin sübûtu ve ma’nâyı göstermesi üzerinde sergilenmek istenenler hak ve hakîkatten çok uzak olan vesveselerden başka bir şey değildir.
Karadavî:
-Buhârî’nin muallâk olarak, Ebû Mâlik el-Eş’arî veyâhud Ebû Âmir el-Eş’arî’den, O da, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’den rivâyet ettiği şu hadîsi delîl getirdiler:
Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem buyurdu: ‘Ümme-timden bir kavim gelecek, zinâyı, ipeği, şarabı, çalgı-türkü ve ezgileri (veya çalgı âletlerini) helâl görecekler…’
-Hadîs, her ne kadar Sahîh-i Buhârî’de ise de Müsned -muttasıl- rivâyetlerden değildir, muallaktır. Bu yüzden, (senedinin kesikliğinden) İbnu Hazm bu rivâyeti reddetmiştir. Muallak oluşunun yanında da senedi ve metninin muzdariblikten kurtulmadığını söylemişlerdir.
-(Bir de) senedi, Hişam İbnu Ammar üzerinde dö-nüp dolaşmıştır ki, birçok hadîs âlimi O’nun zayıf bir râvî olduğunu söylemişlerdir.
-Sübûtu husûsunda söylenenlere ilâveten, (ha-râmlığa) delâletinde de başka bir söz vardır. Zîrâ Meazıfın harâmlığını anlatmakta açık değildir.
İbnu’l-Arabî’nin de dediği gibi ‘İstihlâl edecekler’ ifâdesinin iki ma’nâsı vardır:
Birincisi, ‘helâl kabûl edecekler’, ikincisi de ‘yayacaklar’
Zîrâ istihlâl ile anlatılan, hakîkî ma’nâsı (helâl görmek) olacak olursa, bu küfürdür. Harâmlığı gösterdiğini kabûl edecek bile olsak ma’kûl olan, bundan -her bir ferdin değil- tamamının harâm olduğunun anlaşılmasıdır.
Cevâb:
Bir: Karadavînin getirdiği lafız ile Buhârî’de bir rivâyet yoktur. Buhârî’deki rivâyet biraz farklıdır. Evet aslı bakımından aynı sayılırlar ama bu rivâyetin nereden bulunduğunu bilemiyoruz.
Buhârî’deki,
}َفِزاَعَْملاَو…َرِْحلا َنوُّلِحَتْسَي ٌماَوْقَأ ىِتَّمُأ ىِف َّنَنوُكَيَل{ lafızlı hadîsin32 muallak olduğu tartışmalı bir husustur. Muallak olduğunu söyleyenler olduğu gibi, muttasıl olduğunu söyleyenler de vardır. Zîrâ Buhârî’nin “dedi” dediği ilk râvîsi olan Hişam İbnu Ammar’ın, Buhârî ile aynı asırda yaşadığı, O’nunla buluşmak ihtimâlinin mümkin olduğu ehline ma’lûmdur. Tafsîlat içün Fethu’l-Bârî’ye33 bakılabilir. Buluşma imkânı cumhûr içün yeterlidir. Mes’elenin bu noktasının bilinmemesi kötü, bilindiği hâlde gözlerden ırak tutulması daha kötü bir şeydir; ilmî hâinliktir.
İki: Usûl-i Hadîs’de bilinen bir husûs vardır ki, İmam Buhârî muallâk bir rivâyette kesinlik ifâdesiyle ‘dedi’ lafzını kullandı, ‘denildi’, ‘rivâyet olundu’ ve benzeri şekilde zayıflık ifâde eden bir lafız kullanmadıysa, bu, usûlcülerin çoğuna göre rivâyetin sağlamlığını gösterir.34
Üç: Ebû Âmir veya Ebû Mâlik’de şübheye düşmek, rivâyetin sağlamlığına gölge düşürmez. Zîrâ her ikisi de meşhûr Sahâbîlerdendirler. Hem de Sahâbe’nin hepsi âdil kimselerdir.35
Dört: Buhârî bunu kitâbına bir delîl olarak almıştır. Ona göre sahîh olmasaydı böyle yapmazdı.
Beş: Muallâk derken hadîsde sanki hiç sened yokmuş gibi gösterilmek isteniyor. Oysa münâkaşa bir kişi üzerindedir. Kalan sened tartışmasızdır.
Altı: Bütün bunları bir kenara koysak, hadîsin muttasıl değil de muallâk olduğunu kabûl etsek, Cumhûra uymayarak Buhârî’nin cezmen ta’likını sahîh kabûl etmesek bile, başka muhaddisler tarafından yapılan rivâyetlerde hadîs muttasıl, sahîh bir hadîstir. Onu Ebû Dâvûd muhtasar olarak, Ebu Bekr el-İsmâîlî de, Sahîh’inde, Ebû Âmir’den (veya Ebû Mâlik’den şekliyle şekk ifâdesiyle olmaksızın) müsned ve muttasıl olarak rivâyet etmişlerdir.
32 Buhârî (5590), İbnu Hibbân (6754), Taberânî, el-Kebîr (3417), es-Sağîr (588), Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ (3/272)
33 İbnu Hacer, fethu’l-Bârî (11/175-181) Dâru’l-Fikir,1411
34 Süyûtî, Tedrîbu’r-Râvî (1/117-121)
35 Nevevî, İrşâdü Tullâbi’l-Hakâık (195)
Yedi: Hadîsi benzer bir şekilde İbnu Mâce,36 Ebû Dâvûd,37 Ahmed İbnu Hanbel38 ve İbnu Hibbân39 rivâyet etmiş (ve İbnu Hibbân hadîsin) sahîh olduğunu söylemiştir..40
Sekiz: Bu bâbda ayrıca, Sehl İbnu Sa’d es-Saîdî, İmrân İbnu Husayn, Abdullah İbnu Amr, Abdullah İbnu Abbâs, Ebû Hureyre, Ebû Umâme, ‘Âişe, Ali İbnu Ebî Tâlib, Enes İbnu Mâlik, Abdurrahmân İbnu Sâbit ve Ğazi İbnu Rebîa radıyellâhu anhum’dan yapılan rivâyetler vardır.
Dokuz: Bu husûstaki kendine âid kanaatlere gelince… Ona İbnu Hazm’dan mutlak kabûl edip beğenerek naklettiği, ‘Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’in dışında hiç kimse hüccet değildir’ şeklindeki sözü hatırlatmakla yetiniyoruz.41
On: ‘Haramlığa delâlet etmesi mecmû’u i’tibâriyledir, her ferdi içün değil’ demek de sizi kurtarmaz. Zîrâ bayramlarda ve düğünlerde belli şartlarla çalınmasına ruhsat verilen zilsiz defler, ehl-i kitâb ve mûsıkî nağmeleriyle olmayan güzel ve mahzûn sesle Kur’ân okumanın meşrûiyyetiyle, hâsılı aslı hazar (yasak) olan bu mes’elede Şer’î delîllerin beyân ettiği istisnâlarla sınırlıdır bu ‘hâric olan ferdler.’ Bu harâmlığı, delîlsiz olarak belli bir tâife ile sınırlandırmanız, delîlsiz bir da’vâ olmakla bâtıldır.
On Bir: ‘İşte bu yüzden İbnu Mâce, bu hadîsi Ebû Mâlik’den şu lafızla rivâyet etti…’ derken de cehâlet sergiliyorsunuz. Çünki;
-İbnu Mâce’nin ve İbnu Hibbân’ın rivâyet ettiği hadîsin Buhârî hadîsinin aynı olduğunu nereden bildiniz?. Aslolan ayrı olmalarıdır. Aynı olmalarına dâir delîle ihtiyâcınız vardır. Lafız yakınlıkları lehinizde bir delîl olmadığı gibi, lafız ayrılıkları aleyhinize bir delîldir. Aynı râvîden rivâyet de işi değiştirmez.
-İbnu Mâce hadîsinin bu lafızla olmasını sizin anladığınız ma’nâya tahsîs de câhilliktir. Çünki tahsîsi gerektirecek hiçbir şey yoktur. Aksine, ibâre ğâlibîdir. Belli bir zümre içün bunların zikredilmesi hükmün genelliğine engel değildir. Nebî sallellâhu aleyhi vesellem’e yalan iftirâ etmekten korkmuyor musunuz?
36 İbnu Mâce (4020)
37 Ebû Dâvûd’un “benzer” denilen (3688,3689,4039) numaralı hadîsler çalgı âletleri, ğınâ ve“meâzif” ile alâkalı değildir. Ancak ayni v3adideki yasaklardan olan şarap içmek ile ipek giymekten bahsetmektedirler.
38 Ahmed İbnu Hanbel’e âid bu rivâyete benzer bir rivâyet bulunamamıştır. Ancak çalgı âletlerinin harâm kılındığına dâir gelen { ةبوكلاو يننقلاو رسيلماو رملخا ىلع مرح ىبر نإ } “Şübhe yoktur ki Rabbim bana şarabı, kumarı, kınnîn’i (ud’u) ve kûbe’yi (davulu) harâm kılmıştır” şeklinde bir rivâyet gelmiştir.
39 İbnu Hibbân (6754)
40 Muhammed Şefî’, Ahkâmu’l-Kur’ân, Neylü’l-Evtar(8:97)’dan (3/206)
41 Bizce, Sahâbe ve müctehid olmayanlara, naylon değil hakıkı müctehidler de hüccettirler. Bu da mes’elenin bir başka tarafıdır.
-On İki: Çalgı, teğannî (şarkı ve türkü) mad-desinden evvel, zinâ, şarap ve ipek geçmekte ve bunların tamamı ittifakla ve icmâ’ ile harâm iken buradaki “istihlâl”in helâl kabûl etmek değil de “yaygınlaştırmak çok işlenmek” manasına da gelebileceğini bilhassa diğer onca hâricî delîllerin mevcûd olmasına rağmen nasıl iddiâ edebiliriz?!.. Bu, kelimelerle oynamak olmaz mı?!..
-On Üç: Sözü edilen Hişam İbnu Ammar hakkında gelen onca “sağlamdır”, “emîndir” gibi tâ’dîllerden hiç söz etmeyip birkaç cerh içün “birçok hadîs âlimi O’nun zayıf bir râvî olduğunu söylemişlerdir” demekle yetinmek ilim hıyâneti değil de nedir? Kaldı ki Buhârî O’ndan Sahîh’inde dört rivâyet yapmakla “sika” olması yanını tercîh etmiştir.
Karadavî:
‘Hiç şübhesiz ki Allah celle celâlühû (şarkıcı) câriyeyi, satışını, ücretini ve ta’lîmini harâm kıldı’ hadîsini delîl getiriyorlar.
Hadîs zayıftır.
Cevâb:
Bir: Evvelâ, hadîsi eksik alıyor. ‘Ve onu dinlemeyi’ ibâresi ile ‘ve sonra, insanlardan bazıları vardır ki, lehvu’l-hadîsi satın alırlar, âyetini okudu’ ibâresini hadîsten çıkartmış. Bu, anlatılmak istenen ma’nâya gölge düşürür ve onu ifsâd eder. Murâdı ihlâl eden kısaltma, ya cehâlet veya hıyânet olur. İkisi de çok kötü. Tabiîdir ki ikincisi hepten kötü…
İki: Müctehidimiz, hadîsi, kimlerin rivâyet ettiğini, varsa mutâbi’ ve şâhidlerini bahis mevzûu, senedini de tahlîl etmeden, varsa değişik tarîklerini ortaya koymadan, bu vâdide başka hadîslerin bulunup bulunmadığına bakmadan hîn-i hâcette lâzım olur deyû sakladığı ‘zayıftır’ damgasını hadîsin alnına hemen yapıştırıyor. Bir rivâyete, herkesin zayıftır yâhud sahîhtir diyemiyeceği, usûl kitâblarında mevcûddur. Böyle bir işe kalkışan zamâne hadîsçilerinin kendilerini nasıl rezîl ettiğini hazîn bir şekilde seyretmekteyiz. Misâl olarak ‘Elbânî’nin Tenâkuzları’ isimli kitâbı okumak yeterli olacaktır.
Bir hadîsin bir veya bir kaç isnâdı veya bütün isnâdlarında zayıf râvînin bulunması o hadîsin her hâl u kârda zayıf olmasını gerektirmeyebilir. Kezâ bir hadîsin ma’lûl oluşu da her zaman zayıflık sebebi olmayabilir. Böyle bir hadîs başka isnâdlarla zayıf olmayabilir. Yâhud başka isnâdlarla da zayıf olsa bile tarîklerinin çokluğuyla zayıflıktan kurtulabilir. Ayrıca hadîs şâhidleri ve mutâbi’leri sayesinde de zayıflıktan kurtulabilir.
Bir de hadîsin sahîh olmaması mutlak olarak işe yaramaması demek değildir. Zîrâ hasen olmak, ihticâc içün yeterlidir. Ayrı ayrı zayıf olan tarîkler birden fazla olmakla zayıflık telâfî olabilir, hasen mertebesine çıkabilir. Hâsılı herhangi bir hadîsin zayıflığına hükmetmek, senedindeki râvîler hakkındaki büyük ölçüde ictihâdî değerlendirmeleri ve vasıfları yarım yamalak bilmekle olabilecek bir şey değildir.
Kısacası Karadavî kim oluyor ki, bir hadîs içün sahîhdir, yâhud zayıftır diyebilsin. (Bunu değerlendirmelerinden anlıyoruz. Peşin bir düşünce olarak söylemiyoruz.)
Üç: Bu hadîsi İbnu Ebi’d-Dünyâ ve İbnu Merdûye Hz. ‘Âişe radıyellâhu anhâ’dan rivâyet ediyorlar ki, bu vâdide; Tirmizî (Sünen’inde), Ahmed İbnu Hanbel (Müsned’inde), İbnu Ebî Şeybe, Ebû Ya’lâ el-Mavsılî (Müsnedinde), Taberî, İbnu Ebî Hâtim, İbnu Merdûye, Sa’lebî ve Beğâvî tefsîrlerinde, başka bir tarîkle İbnu Mâce Sünen’inde, bir başka tarîkle de Taberânî Mu’cem’inde, Ebû Umâme’den rivâyet etmektedirler. Yine Taberânî Mu’cem’inde Hazreti Ömer radıyellâhu anhu’dan, Ebû Ya’lâ Müsned’inde Hazreti Ali radıyellâhu anhu’dan, İbnu’l-Cevzî el-İlelu’l-Mütenâhiyye’de Hazreti ‘Âişe radıyellâhu anhâ’dan rivâyetler yapmışlar.42
Dört: Bütün bu rivâyetlerin zayıflığı farz edilse bile teadüd-i turuk/isnâdların birden fazla olmasıyla hasen mertebesine çıkmakla delîl olmaya elverişli olurlar. Tabii ki bu dediğimiz alâ takdîri’t-tenezzül/o seviyeye inmemiz takdîrindedir. Yoksa hadîs hasen veya sahîh li ğayrihî, hattâ cumhûr nezdinde sahîh li aynihî mertebesindedir.
Karadavî:
Nâfi’in İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ’dan yaptığı rivâyeti de delîl olarak ileri sürüyorlar.
‘İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ bir çobanın zurna sesini duydu da, iki parmaklarını iki kulağına koydu ve ‘Ey Nâfi’ işitiyor musun? diyerek bineğini yoldan çevirdi. Ben de hayır diyordum. O da geçiyordu. Nihâyet hayır dedim de elini kaldırdı ve bineğini yola çevirdi ve dedi ki: ‘Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’i bir çoban zurnasını işitip böyle yaparken gördüm.’ Bunu Ahmed, Ebû Dâvûd ve İbnu Mâce rivâyet etti. Hadîs hakkında Ebû Dâvûd münkerdir, dedi.
Cevâb:
Müctehidimiz ve muhaddisimiz(!) hadîsi bir çırpıda çiziverdi. Bu, iyi niyyet sâhibi muhakkık bir âlime yakışmaz. Çünki;
Bir: Emîrü’l-Mü’minîn fi’l-hadîs İbnu Hacer bu-nu Telhîsu’l-Habîr’de zikretti ve hakkında bir şey söylemedi. Bu da O’nun şartına göre hadîsin sâlih olduğu manasınadır.
İki: Ebû Dâvûd’un bu ifâdesi, Sünen râvîlerinden sadece Ebû Ali el-Lu’luî tarafından rivâyet edilmiş olup, diğerlerince nakledilmemiştir. Bu, üzerinde durulması gereken çok mühim bir noktadır. Sikanın ziyâdesi meselesindeki tartışma hadîsin meti veya isnâdı üzerinde olup hükümler hakkında olduğu bilinmemektedir. Aksine bu ilâve -şâyet hatâ değilse- müdrec’e benzemektedir.
42 Etrâflı bilgi içün bk. Zeylaî, Tahrîcu Ahâdîsi’l-Keşşâf, 3:63, 64, 65
Üç: Kaldı ki, Münker ta’bîrinin önceki hadîsçilerin ıstılâhında ğarîb ma’nâsında kullanıldığı olmuştur. Erbâbınca ma’lûmdur ki, ğerâbet her zaman sıhhate mânî’ değildir; ki burada da öyledir. Çünki Ebû Dâvûd mutekaddimûn’dandır.
Dört: Üstelik hadîsin isnâdı sahîhtir. Zîrâ Azîm Âbâdî Avnu’l-Ma’bûd’da şöyle der: “Ebû Dâvûd böyle (hadîs münkerdir) dedi. Hâlbuki bilinmez ne yönden münkerdir. Zîrâ ne yönden münker olduğu bilinmemektedir. Hadîsin bütün râvîleri güvenilir kimselerdir. Kendilerinden daha güvenilir kimselere de muhâlif değillerdir (ki şazz olsunlar!..)
Süyûtî şöyle demiştir: Hâfız Şemsuddîn İbnu Abdi’l-Hâdî, bu, Muhammed İbnu Tâhir’in zayıf saydığı bir hadîstir. O, Süleymân İbnu Mûsâ’ya takılmış ve bunu rivâyet etmekte tek kaldığını söylemiştir. Hâlbuki O’nun dediği gibi değildir. Zîrâ Süleymân, hadîsi hasen olan bir kimsedir. İmâmlardan birçoğu onu sağlam bulmuşlardır. Nâfi’den (bunu rivâyet etmekte) O’na Meymûn İbnu Mihran mutâbeat etmiştir.
Rivâyeti Ebû Ya’lâ’dadır. Mut’im İbnu el-Mikdam es-San’ânî de, Nâfi’den rivâyet etmekle ona mutâbeat etmiştir ki, rivâyeti Taberânî’dedir.”
Ben (Ahmed Muhammed Şâkir) de diyorum ki;
Süleymân İbnu Mûsâ’nın sağlam kabûl edildiği 1672 numaralı hadîste geçti. İlâve olarak burada, Atâ İbnu Ebî Rebâh’ın O’nu övdüğünü, Zührî’nin O’nun Mekhûl’den daha hâfız olduğunu, İbnu Sa’d’ın da O’nun sağlam bulup, İbnu Cüreyc’in O’nu övdüğünü dediklerini söylediler. Dolayısıyla Ebû Dâvûd’un bu hadîsi münker kabûl etmesi hatâdır. Hadîs 4965 numaralı rivâyette de gelecektir.43
Beş: İbnu Abdi’l-Hâdî’nin, İbnu Hacer’in, Süyûtî’nin ve Azîm Âbâdî’nin Ebû Dâvûd’u hatâ etmekle suçlamalarını ve Allâme Muhammed Şefi’in, ‘münker’ lafzı mütekaddimîn kelâmında ğarîb ma’nâsında da kullanılmakta olduğunu göz önünde bulunduracak olursak, Ahmet Muhammed Şâkir’in, Ebû Dâvûd’u -mütâbi’ler hesâba katılmadığı takdîrde- râvîlerin sağlamlığını ileri sürerek mutlak manada hatâ etmekle suçlamasını isâbetsiz buluruz. Evet, mütâbi’lerle ğarabet defolmakla münkerlik kalmayacağı içün bu ma’nâda hatâ etti denilebilir.
Altı: Karadavî’nin bunları görmemesi uzak bir ihtimâl, öyleyse ortada ilim hâinliği var. Değilse, sığlık ve câhillik.
Karadavî:
Hadîs sahîhse, ğınâ harâmdır diyenlerin lehine değil, aleyhine bir delîldir. Zîrâ zurna dinlemek harâm olaydı, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ’ya onu dinlemeyi elbette mübâh
43 Ahmed Muhammed Şâkir, Şerhu Müsnedi Ahmed: 4/297-8kılmazdı. İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ katında da harâm olaydı, Nâfi’e onu dinlemeyi mübâh saymazdı ve Aleyhisselâm bu münkerin men edilmesi ve değiştirilmesini elbette emrederdi. Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ’ya ikrârı helâl olduğunun delîlidir. Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem O’nu dinlemekten, sadece çoğu mübâh dünya işlerinden kaçındığı gibi kaçındı. Yaslanarak yemekten, yanında bir dinar yâhud bir dirhemin bir gece kalmasından kaçınması gibi.
Cevâb:
Burada da birçok saptırma var.
Bir: Ğınâya, harâm diyenler, onu dinlemeye harâm diyorlar. Elde olmadan duymaya değil. Dinlemek ile duymanın farkını çağdaş mukavva müctehidler bilmese de olur. ‘Ona kulaklarını kapattırabilirdi; kulağı kapatmamak ihtiyârî olarak dinlemektir’ de denilemez. Çünki, tekrâr yola dönmek zarûreti vardı. Bunun içün sesin duyulup duyulmadığının bilinmesi gerekiyordu.
İki: Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in işinde ikrâr değil, inkâr vardır. Nitekim ilim ve akıl sâhiblerine bu açıktır.
Üç: Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in onu dinlemekten kaçınmasını sadece fuzûlî mübâhlardan (tenezzühen) kaçınmak türünden olduğunu, başka hikmeti olmadığını nereden bildiniz?. Bir fiili, aklınızla tepetaklak ederek yaptığınız yoruma dayanarak mı? Yazık.
Dört: ‘Yaslanarak yemekten kaçınması’ mes’ele-sini de saptırıyor müctehidimiz, zîrâ yaslanarak yememesinin bir sebeb veya hikmeti, aynı rivâyetin tahlîlinde sarf ettikleri ‘Zîrâ ben bir kölenin yediği gibi yer, bir kölenin oturduğu gibi otururum’ mübârek sözleriyle açıklık kazanıyor: Kibirli bir edâyla yememek, kibirli bir edâya yol açmamak.
Hâsılı iddiâ baştan sona asılsız…
Karadavî:
‘Ğınâ kalbde nifâkı bitirir…’44 hadîsini de delîl olarak ileri sürüyorlar. Hâlbuki bu, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’den rivâyet edilen bir hadîs değildir. Ancak bazı Sahâbe’nin sözü olarak sâbit olup, ma’sûm olmayan bir kimsenin sözüdür ve bu sözde, başkası ona muhâliftir.
Cevâb:
Bir: Bu rivâyeti, Ali İbnu Ca’d, İbnu Ebi’d-Dünyâ ve İmâm Beyhakî sahîh bir isnâdla, Abdullah İbnu Mes’ûd’dan kendi sözü olarak rivâyet etmişlerdir.45
Hadîsi aynı zamanda Ebû Dâvûd (4927), İbnu Ebi’d-Dünyâ ve Beyhakî, (Kitâb-u Zemmi’l-Melâhi), Abdullah İbnu Mes’ûd’dan zayıf bir isnâdla merfû’46 olarak da rivâyet etmişlerdir.47
44 Buradaki “bitirmek”, “tüketmek” ma’nâsında değil, “yerden bitmek” ma’nâsındadır.
45 İbnu’l-Kayyım, İğâsetü’l-Lehfân (250-251)
46 Merfû’: Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in sözü
47 İbnu’l-Kayyım, İğâsetu’l-Lehfân ve dipnotu (251)
İki: Her ne kadar Hâfız Irâkî, ‘merfû’ rivâyet sahîh değildir’ dediyse de, bu zarar vermez. Zîrâ İbnu Mes’ûd’un sahîh isnâdla rivâyet edilen sözü zaten ictihâdla bilinemeyecek merfû’ hükmünde bir sözdür… Diğer merfû’ rivâyet de bunun böyle olduğunun delîlidir. Dolayısıyla bu Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’den rivâyet edilen bir söz değildir, demek cehâlet kokan ciddiyetsiz bir ifâdedir. Üstelik Ebû Dâvûd’un susması, hakkında bir şey dememesi rivâyetin ona göre delîl olmaya elverişli olduğunu gösteriyor. Nitekim ehline ma’lûmdur.
Üç: Bu söz ‘Ma’sûm olmayanın sözü’ imiş. ‘Başkası bu sözünde ona muhâlif’ imiş. Laf ola torba dola. Sahâbe size mi benzer ki, mesnedsiz olarak dinde böyle iddiâlı bir söz söylesin? Hangi Sahâbî O’na bu sözünde muhâlif idi. Boş boş laflar… Hem size göre, Abdullah İbnu Mes’ûd’un bu sözü, ma’sûm olmadığından yanlış, ama sizin bu hükmünüzü bulunduran sözünüz bir ma’sûmun sözü, öyle mi? Yoksa bir vahiy mi? Belki şeytânî bir vahiy. İbnu Mes’ûd’un kesinlikle merfû’ hadîs hükmündeki sözü ma’sûm olmayanın sözü, makbûl değil; ama Sahâbî olmayan bir başkasının, ğınâ kalbi inceltir sözü, ma’sûmun sözü ve makbûl, öyle mi?… Sübhânellâh.
Dört: Kaldı ki, İmâm Gazâlî’nin ve diğerlerinin, kalbi inceltir dedikleri yanık ve mahzûn sesle okunan hikmetli beyitlerdir ki bunlar, Ehl-i Kitâb nağmeleri ve mûsıkî notalarıyla söylenen şarkı ve türkülerle alâkası olmayan şeylerdir.
Beş: İbnu Mes’ûd’un bu sözüne muhâlif bir Sahâbî sözü yok ya, varsa bile, tercîhde isnâdı zayıf olan Ebû Dâvûd rivâyeti bir karîne de mi olamıyor. Sübhânellâh, hevâ, kör ve sağır yapıyor.
Karadavî:
Husûsiyyetle kadının ğınâsının harâmlığına dâir, kadının sesinin avret olduğunu delîl olarak ileri sürüyorlar. Hâlbuki orada, kadının sesinin avret olduğuna dâir ne bir delîl, ne de delîle benzer bir şey yoktur. Kadınlar Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem ashâbından bir topluluk içinde soru soruyorlar; Sahâbe mü’minlerin analarına gidip onlara fetvâ soruyorlar, onlar da onlara fetvâ veriyorlar, hadîs rivâyet ediyorlardı. Hiç kimse böyle yapan ‘Âişe yâhud bir başkası içün örtülmesi gereken avreti açtı demedi. Eğer bu sıradan söz içündür, ğınâda değil, derlerse, deriz ki; Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem iki câriyenin ğınâsını işitti, fakat onlara inkârda bulunmadı. Ebû Bekr’e bırak onları dedi. İbnu Ca’fer ve Sahâbe’den ve tâbiînden diğerleri teğannî etmekte olan câriyeleri dinledi.
Cevâb:
Bir: Evet, cumhûra göre kadın sesi avret değildir. Lâkin teğannînin harâm olduğunu söyleyenlerin böyle bir delîl ileri sürdüğünü kim söyledi?
İki: Ancak, avrettir diyenlere karşı da edebsizlik etmemiz îcâb etmez ki…
Üç: Kadının sesinin avret olmaması, nağmesinin de avret olmadığını nereden gösteriyor?}ٌضَرَم ِهِبْلَق يِف يِذَّلا َعَمْطَيَف ِلْوَقْلاِب َنْعَضْخَت َلاَف{
‘O hâlde sözü inceltip alçaltmayın, yoksa kalbinde hastalık olanlar tama’ ederler’ 48âyetini görmediniz mi, yoksa bu âyetin size gelmediğine mi inanıyorsunuz? Buradaki nehyin gerektirdiği ma’nâ neydi?
Hangi kadın (hattâ çoğu zaman erkek) teğennîsinde ses inceltmesi olmaz?!… Bu âyeti ‘sesiniz nağmeli olmasın’ ma’nâsının dışında nasıl ma’nâlandırabilirsiniz?!..
Dört: Câriyelerin teğannîsi hadîsi kadının nağmesini dinlemenin mübâhlığını gösteriyor, öyle mi? Sözün vasfı hakkında te’vîle ihtimâli olmayan, hem sübût, hem de ma’nâyı göstermesi noktasında kesin olan yukarıdaki âyetin karşısında şu sübûtu ve ma’nâyı göstermesi (nağmenin mübâhlığını) zann bildiren bir delîlin, delîl olma kıymeti ne olabilir?
Beş: Üstelik bu hadîs, ileride davulcu ve zurnacıların, zurnacılığın delîli zannettikleri, Buhârî ve Müslim hadîsinin incelenmesi esnâsında da göreceğimiz gibi sizin içün aslâ ‘ne bir delîl, ne de delîle benzer bir şey değildir.’
Karadavî:
Kısacası teğannînin harâm olduğunu söyleyenlerin delîl olarak ileri sürdükleri, ya sahîh ama (harâmlığı göstermesi) açık olmayan veya (harâmlığı göstermesi) açık ama sahîh olmayan nasslardır. Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’e merfû’ olan hiçbir hadîs, harâmlığa delîl olmaya elverişli olarak sâlim kalmadı. Hadîslerinin tamamını Zâhirîler, Mâlikîler, Hanbelîler ve Şafiîlerden bir topluluk zayıf buldu.
-Ebû Bekr İbnu’l-Arabî, harâm kılmakta hiçbir şey sahîh değildir.
-Kezâ Gazâlî ve İbnu’n-Nahvî Umde’de böyle dedi.
-İbnu Tâhir onlardan bir harf bile sahîh değildir, dedi.
-İbnu Hazm, rivâyet edilenlerin hepsinde bâtıl ve uydurma vardır, dedi.
Cevâb:
Bir: Bu genellemeler birer kuruntudan ibâret yalanlardır…
İki: İbnu’l-Arabî ve Gazâlî’nin söyledikleri, zühd ve hikmetler mevzû’unda söylenen mahzûn ve yanık sesle terennüm edilen beyitler ve ilâhîler hakkındadır. Çalgı, şarkı ve türkü hakkında değil. Zîrâ teğannî bazen bunun içün, bazen şiir okumak, bazen ninni, bazen deve sürerken nidâ, bazen güzel Kur’ân okumak içün kullanıldığı da olur.
Üç: İbnu Tâhir ile İbnu Hazm ise davulcu ve zurnacı iki ahbab çavuş… 49
48 Ahzâb:32
49 Bu bahis -inşâellâh- gelecek sayılarda da devâm edecektir.
Hüseyin Avni- Guraba Dergisi
Yusuf El Karadavi’nin hıyarlıklarını ben buraya yazmakla bitiremem. Siyasal İslamcılardan sayılan, İhvan-ı Müsliminin adamlarından olması, bana ehli sünnet dışılığı yakıştıran cahilin bilgisinde olmadığının ispatıdır. Çünkü, paylaşımlarında siyasal islamın üzerine çöktüğünü, bundan muzdarip olduğunu yazmış. Bre cahil! İhvanı müslümini öven, Kardaviyi öven adam, bilerek yada bilmeyerek siyasal islamcılarıda övmüş olmuyor mu? Sen putçuğunla mutlak itaate anlaşmış olabilirsin lakin benim öyle bir putçuğum yok. Talebelerine ve onu takip eden müslümanlara, bu sapıkları sevdirmesinin dinen hükmü nedir? Gelelim Can Dündar haysiyetsizine kaptırdığım küfürlere. Hayırdır sen, yoksa fetöcümüsün? Can dündar hainine yazdıklarım neden canını sıkıyor? Birde günahı işlemenin insanı ehli sünnetten ayırdığı nerede görülmüş? Ehli sünnetin böyle bir hükmü var mı? Birde kaçamak güreş yapıyorsun, ortalığa yazıyorsun, beni etiketlemeye bile tenezzül etmiyorsun. Şahsına umumi bir alaka uyandırmak maksadıyla bana hücum ediyorsun. Ne yazık ki senin kıl kuyruk olduğunu ispattan ileri gitmedi bu çaban. Sen önce, kimlerin gölgesinde gölgelendiğinin farkına var. Umumi bir günah umumi bir tevbeyle ancak olur diyorsun. Benim işlediğim günah insanların amellerine ve itikatlerine saldırmıyor. Bozmuyorda! Senin tevbe denklemine uyan şahıs İhsan Şenocak’dır! O, kendine güvenen müslümanları sapık şahıslara kanalize ediyor. Ben, bana güvenen insanları sapıklardan muhafaza ediyorum. Küfür etmenin tutar dalı yok lakin senin yaptığın hıyarlığın hiç tutar dalı yok. Ne İhsan hocası ne de diğeri benim için farketmez. Bugün iktidarın yaptığı gayri islami yönelişlere ses çıkartamıyorlarsa ve ihvanı müslimini taklit ediyorsa, onun yolundan gidilmez. Eninde sonunda çürüğe çıkar o iş. Bana bu lüzumsuz eleştirileri haberim olmadan yönelten şahsın tek amacı vardı, o da reklamdır. Ben ihsan hocaya yazdığım twitlerin çoğunuda instagram snapimde paylaştım. Cahil, aptal cahil! Sen daha beni tanımıyorsun. Adam içtihad makamındaymış gibi hava basıyor. Seyyid Kutub, Hasan Benna, Yusuf Karadavi, Muhammed Kutub, Abdullah Azam, Usame bin Laden ve aklıma gelmeyen radikalci ve siyasal islamcı, hepsi köktendinciliği ön planda tutan vehhabilerin zehirlemesidir. İngilizin köpeğidir. Siyonizmin hizmetkarıdır. Boş laf etmeye hcet yok! Bizim karadenizin en meşhur kelimesiyle bu yazıma son veriyorum ve gizli tenkidcime de aon diyorum:” AFKUR KÖPEK.” Selametle…